Üç turunçlar
Siz hiç iki Amerikalının Türkiye’deki seçimlerle ilgili Erdoğan ya da Kılıçdaroğlu için kavga ettiklerini gördünüz mü? Ama Türkiye, evlatlarını kaybettiği deprem acısını ve buradan çıkarması gereken dersleri tartışmadan Trump ya da Biden için birbirine girdi.
Oysa ki, çeyrek asır önce yazdığımız el’an da geçerli: “demokratlar ile cumhuriyetçiler ne kadar tartışırlarsa tartışsınlar mesele Türkiye’ye geldi mi, gece birlikte içtikleri viski muhabbetiyle bir uzlaşmaya varırlar.” Yani biz ABD’nin siyasal dengesiyle uğraşacağımıza kendi siyasal dengesizliğimizi tedaviye çalışalım.
Gerçekte Türkiye’nin gündemi Trump ya da Biden değil ki zaten. İdil, Elif ve Ayda. Üç Turunçlar, bize kadimden gelen çıplak uyarıcı gözlerin sahipleriydiler. Biraz tozlu ama “her şeye rağmen umut var” dedirten gözler!
Bizim zamanımızda ‘yerli ve millî’ olmaya hamledenlerin başucu kitapları vardı; okunmazsa olmaz kitaplar. Bunların başında Çağlayanlar gelir.
İki kadından bahseder Çağlayanlar’daki ‘Padişahım Alınız Menekşelerimi Veriniz Gülümü’ hikâyesinde Ahmet Hikmet Müftüoğlu; biri Samime, diğeri Ayşe olan bu kadınların erkekleri hep şehid olmuştur.
“İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdular. Birer melek gibi Allah’a o derece kayboldular ki, o derece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o derece bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak istemiyor; dimağlarına hücum eden tûfan-ı niyaz biçareleri o vaziyette eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıbleye açılan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yüreklerinden kopan ateş damlalariyle ağladılar. Bu kıvılcımların Allah dergâhında birer iz bırakacağına iman ederek yine o sükûnetle seccadelerini topladılar.
-Ah Ayşecik! Benim de babamın Moskof muharebesinde şehid olduğunu kıymetli nineciğim söylerdi. Ne yapalım? Erkekler vatanın kuzuları değil mi? Bir gün alınlarında yazılmışsa elbette kurban olacaklar.
Bu sırada masanın üstündeki çiçekliğin içinde duran bir beyaz gülü Samime gördü. Şimdi düşünüyordu: Bu vatanın her avuç toprağı bir şehid kaniyle yoğurulmuş iken nasıl oluyor da bahçelerinde yine beyaz güller, ak zamanlar, sarı papatyalar yetişiyor? Her köşesi inleyen bir ninenin, kahrolan bir sevgilinin acı yaşlariyle sulandığı halde, nasıl oluyor da çiçeklerinin göbeklerinde yine her arı bir içim tatlı, her kelebek bir parlak renk buluyor?..”
Sümbül Kokusu adındaki hikâyede ise Müftüoğlu, Budapeşte’de tahsil yapan iki Türk gencinin birdenbire Sümbül kokusundan vatanı nasıl duyumsadıklarını anlatır.
“Pencere önünde duran ve dört gün evvel ev sahibesinin hediye ettiği küçük saksıdaki sümbüle doğru eğildi. Onu kokladı. İrkildi… Çekildi. Düşündü… Ağlayarak tekrar saksının üstüne kapandı… kaldı. Sağ avucuyla çiçeği yüzüne, gözüne çekti, sürdü. Yine kokladı, kokladı. Dimağında bir baygınlık gönlünde bir aşk, bir secde istiğrakı vardı… Kendisini kaybetti.”
Hüseyin Arif ile Mehmet Siyavuş adındaki bu iki genç, vatanın elden gittiğini haber almışlardır ve Çanakkale’de savaşmaktan başka namuslu bir şey yapamayacaklarını idrak etmişlerdir. Öğrenim yapan öğrenciler askerlikten muaftırlar ama onlar gönüllü yazılır ve Çanakkale’de savaşmak için yurtlarına dönerler.
Sümbülün kokusudur onlara yüksek vatan aşkını hatırlatan…
İzmir depreminden sonra da enkaz altından günler sonra çıkarılan üç küçük kızımızın ‘o tozlu gözleri, minik elleri, dirayetli bakışları’ aynı vatan coğrafyasında aynı çiçeklerin kokusuyla bir arada yaşama irademizin sembolleri oldular.
Elif’in kurtarıcısının tozlu mavi eldivendeki parmağını tutan minik eller, artık futbol maçlarında her gol sevincinin ardından açılan formaların altında bir mesaj olarak o bir arada yaşamanın ifadesinin somutlaşmış remzi oluyor.
İdil, Elif ve Ayda… Umudun, yarınlara dair ortak umudun öncüleri oldular. Elif, 65 saat sonra beton girdaplardan çıkarıldığında gözleriyle en güzel türküyü söyledi. Gözleri ve parmakları ile… Depremin altında kaldık, bize üç kız can verdi/ İdil, Elif ve Ayda acıya mutluluk serdi, umut yeşertti gönüllerimizde.
Depremin akabinde gündemi ABD seçimleri doldursa da üç kızımız bu yılın en başat gündem maddeleri olmaya devam edecekler.
Onlar yanlış şehirleşmenin sorumlularını bütün toplumun ve tarihin önünde vicdan muhasebesine ittiler. Onlar yeşil alanları, tarım sahalarını betonla işgal etmenin vebalini artık bu toplumun taşımayacağının sinyallerini verdiler.
Onlar emsal artırmanın, imar affının, betondan ve demirden araklamanın ne kadar büyük bir cinayet olduğunu bir kez daha hatırlattılar.
Biden gelmiş, Trump gitmiş kimin umurunda.
“Bu emperyalist iki figüre dayanarak ülkesinde siyaset yapacakların, Elif’in parmakları arasında sıkışıp öldüğünü, siyasî mevta haline geldiğini görmediniz mi? Ayda’nın güzel gözleri bütün çirkin gözleri mahkûm etti. O masum gözler, istikbalimizde hırstan kararmış, gasptan ve cinayetten kanlanmış kimi gözlerin yeniden beton iktisadiyatına girişmesine fırsat vermeyeceğini haykırıyorlardı.” Nurettin Topçu yaşasaydı böyle yazardı.
ABD’de Biden ya da Trump arasındaki çekişmeden kendince medet umanlar bunu güya memleketleri için yapıyorlar. Size ne? Onların arasındaki siyasî mücadele kendi dengesini bulur. Düşünülmesi gereken burada, kendi ülkemizde siyasî dengenin, ölçünün, adaletin tesis edilmesidir.
Üç kız, üç siyasî eğilimi de adam eder umarım. Tozlu gözler, masum bakışlar; minik ama dirayetli eller de bizi adam etmeyecekse: “ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”