Tereddî
Medeniyetimizden iki büyük erk çıkardığımız; birine cemaat, birine siyasal İslâm dediğimiz, yerelden merkezî devlete kadar çeyrek asırlık iktidar tecrübemizde ne hazindir ki insan karakterimiz yerlerde sürünüyor.
Esra Erol’un, Müge Anlı’nın programlarına bakan zaten notunu verir, verir de ahlâkî çürümenin salt halk düzeyinde olmadığı da ortada…
1980’lerin karakterli insanlarını şimdi adese ile arıyoruz. Oysa ki o zaman da şikâyetçi olan büyüklerimiz vardı. Erol Güngör bunlardan biriydi. Mamak cehenneminden sonra çıkardığımız Millet gazetemizin başyazarı idi. Bir yazısında şöyle diyordu:
“1980’lerde Türkiye’ye gelip Türklerin eski karakteri ile yeni türemeye başlayan Türk tipini mukayese eden bir Batılı, ‘bu adamların, (o eski Türklerin) torunu olduğuna hiç kimse inanamaz’ diyor. Sosyal hayatın ve kültür hayatının dejenere olmasını ancak belli bir tipe sokulamayan insanlar yaratmaktadır.”
Erol Hocamızı en verimli çağında kaybettik. 24 Nisan 1983’te Hakkın rahmetine kavuştu. Onu çok özlüyoruz. Bizim sosyal psikolojik yapımızı en iyi tahlil eden, milliyetçiliğin organik çizgisinde Gökalp’ın talebesi sayılan Mümtaz Turhan’ın asistanı olan Hoca, sıklıkla neşteri toplumsal yaralarımıza sokuverirdi.
“Biri çıkıp da Türkler adab-ı muaşeret bilmiyorlar, gidin otobüslerin haline bakın dese veya şehirlerimizin sokaklarına bakarak bizim pis olduğumuzu söylese onu bir kaşık suda boğarız, derhal Türklüğe hakaretten hakkında davalar açmaya kalkarız. Halbuki millet olarak kusurlarımızı belirtmek bize hakaret değil hakaretten kurtulmamıza vesile olabilir.”
Milliyetinin seciyelerine uyum göstermeyen yeni kalabalık güruhu başka yerlerde aramaya lüzum yok… Ne yazık ki bu güruh, daha çok da muhafazakâr çevrelerde istikbâl arıyor… O yüzden yukarılardan sipariş edilen bir kampanya var: İstiklâl ile İstikbâl aynı kapıya çıkıyor buna göre… Bunlar artık halktan kişiler de değiller. Belediye başkanı, genel müdür, yüksek hâkim, gazete patronu, iş adamı, bakan, başbakan da olmuşlar.
Merhum Erol Güngör, 1980’lerde mağdur, 28 Şubatlarda biraz daha mağdur ve sonraki her darbemsi şeylerde sürekli mağdur olan ama bir katma değer de üretemeyen, şehirleri ve mâbetleri bile İslâm şehir ve mâbet mimârîsinin dışında yepyeni tanrıların cüretkâr heveslerine oyun alanı yapan yeni karakter âbidelerini görseydi acaba ne yazardı?
“Büyük bir sosyal değişme içindeyiz. Şehirlerin karakteri o kadar bozulmuştur ki, bunlara yeni gelenlerin belli bir sosyal atmosfer içinde kendilerine biçim vermeleri imkânı artık yoktur. Kısacası, işi kendi haline bırakmakla bir çözüm bulamazsınız.”*
Maalesef bırakınız çözüm bulmayı, çözüm bulmakla görevli, üstelik de yüksek iddia sahibi siyasî partiler bizâtihi çürümenin ‘laitmotive’i olmuşlardır.
Halbuki muhafazakârlığın “ahlâkı tamamlamaya geldim” diyen Peygamberinin izini sürmesi gerekmez miydi? Türkler, o yüksek seciyenin billurlaşmış şanlı tarihine sahip değiller miydi?
1974’de Ortadoğu’da yazdığı bir köşe yazısında ise vehim hastalığından dem vuruyor, genç yaşta düzelebilecek bu hastalığın ileri yaşlarda tedavisinin mümkün olmadığını işaret ediyordu:
“Paranoid şizofreni ancak erken yaşta hemen teşhis edildiği takdirde %60 oranında tedavi edilebilir fakat gecikmiş vakalarda bir şey yapılamaz. … Bu hastalıkların sebepleri hakkında maalesef fazla bir şey bilmiyoruz ancak politik hezeyanların hem idealist olan, hem de müthiş bir aşağılık kompleksi içinde çırpınan tiplerde görüldüğü genellikle kabul edilir.”**
Erol Hocamızın bugün yaşasa arkadaşı Ahmet Bican Ercilasun gibi yazacağından adım gibi eminim:
“Türklerde şerefle yaşamak çok önemlidir. Şerefine düşkün insanlar, şereflerine bir halel gelmemesi için ömürleri boyunca dikkatli ve özenli davranırlar. Bulundukları makam ve mevkileri kendilerinin ve yakınlarının çıkarları için kullanmazlar. Rüşvet almaktan, yalan söylemekten kaçınırlar. Hafif davranışlarda bulunmazlar. Söylediklerine ve iddialarına uygun yaşarlar; yaşadıklarına uygun şekilde konuşurlar. Bugün söylediklerini bir süre sonra değiştirip tam tersini söylemezler. Sözlerini, iddialarını ve fikirlerini sürekli olarak değiştirmezler. Eğer belli ve makul sebeplerle söz ve fikirlerini değiştirmek zorunda kalırlarsa bunu da açıkça söylerler, mertçe ifade ederler.
Milliyetçilik ülküsü insanda ahlak ister, şeref ister. Ahlak ve şeref kavramları ise bağırıp çağırmakla elde edilemez; kendi milletine düşmanlığını açıkça beyan etmiş kimselerin kulu kölesi olmakla sağlanamaz.
Milliyetçi insanın özü sözü bir olur. Milliyetçi insan ağır olur, oturaklı olur. Millet düşmanlarına karşı elbette sert ve tavizsiz davranır, ama ağırlığını koruyarak.”
Bugün söylediklerini yarın değiştiren ama bunu sürekli yapan siyasilerin sadece kendilerine zarar vermeleri, kendi içlerinde ruh ve beden dikotomisi yaşamaları söz konusu değildir sadece; millet de onlarla birlikte dejenere olmakta ve çivisi çıkmış vicdan ve ahlâk ölçümü normatif eylem kuramlarının tamamını dramatik hatta trajikomik gösteriye bırakmaktadır.
Tereddî etmiş bir cemiyeti de, devleti de hiçbir darbe düzeltemez.
*Millet, 7 Temmuz 1982
**Ortadoğu, 20 Aralık 1974