Riyâ ve rüyâ
Rüyamda Ergeş Uçkun’u gördüm. 1996’da, Türk Dünyası Şiir Şöleni’ni benim Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanlığım zamanında KKTC’de yapmıştık. Bütün dünyadan Türkçe yazan şairleri toplamıştık Kıbrıs’ımıza ve Sayın Denktaş da açılışı yapmıştı. Büyük Ödülü Ergeş Bey almıştı. İnterTürk bir şairdi. Onunla bu OrtaAsya’nın en stratejik ülkesi hakkında çok dertleştik. General Raşid Dostum kendisine çok saygılıydı ve sözünden çıkmazdı. Ülkesinin bir Rusya, bir ABD elinde oyuncak olmasına çok üzülürdü. İşte o demlere geri dönmüşüz ve yeniden ‘Turan Rüyâsı’ kuruyoruz birlikte… Turan dediğime bakmayın evvelkiler gibi meramımız: ‘Müselmanlar birbirini kırmasın, İslâmlar ölmesin’, o kadar yani… Fakat bugünün iklimi ‘Riyâ’, bizi serçeye dönüştürüyor; kolumuzu, kanadımızı kırıyor.
“Ya olduğu gibi görün!
Ya göründüğün gibi ol!”
Mevlana demiş bunu.
Afganistanlı Mevlana. Elbette ki o Afganistan başka, şimdiki başka.
Belki de Konfüçyüs’ten gelen bir söz bu. O da muhtemelen eski Hind’den almıştır.
Hazreti Süleyman, malum tabiatın dilini bilirmiş. Kuşlarla, börtü böcekle, ağaçlarla konuşurmuş.
Bir gün bir serçecik kırık ayağını göstererek Hazreti Süleyman’a dert yanmış.
“Ya Allah’ın elçisi, arkadaşlarla bir çayırda yayılmıştık; şu yeşil sarıklı, yeşil cübbeli, top sakallı ve tesbihli adam gelip bizi seyre durdu. Biz de kılığına bakıp bu dervişten bir zarar gelmez deyip kaçmadık. İçimize bir şüphe gelmedi. Meğer fırsat kollarmış, sopayı bize doğru savurdu ve sopa gelip ayağımı kırdı. Bu adamdan davacıyım ey Peygamber!”
Hazreti Süleyman da hükmünü vermiş:
“Ey serçe, sen de o dervişin sopasını al ve kendi sopasıyla onun ayağını kır!”
Serçe itiraz etmiş:
“Bundan ne çıkar ya Nebiyullah! Bu kılık kıyafet onda oldukça yine milleti kandırmaya devam edecek.”
Hazreti Süleyman serçeyi haklı bulmuş ve derviş kılığındaki o adamın sarığını, cübbesini çıkarttırmış, sakalını da kestirtmiş.
Yapamayacaklarını söyleyen, haddi aşan, dünyada kibirle dolaşan kim varsa Cenab-ı Hakk ondan hoşlanmaz.
Fakat gücü eline geçiren bu tıynetteki adamlar hep kendilerine benzerlerle hasbıhâl eder, hep öyleleri ile çalışırlar, eğlenirler.
Sürekli yağdanlıkla beslenen cilalanan itibar sahibi kimse, riyânın ikliminde yaşarken etrafındaki maskeli yüzlerin gerisindeki ifadeleri bir türlü çözümleyemez.
İçerde başka, dışarıda başka politikaların elbette gerçekle yüzleştiğinde taşıdığı riskler, daha kudretsiz ve fakat daha hakikatlı devirlerdeki masumiyetle mukayese edildiğinde insanlığı nasıl belâlara duçar ettiğini bilmem görebiliyor musunuz?
İşte sonunda olan oldu ve kan döküldü.
Yine her zamanki gibi işin kolayını bulanlar maskelerinin arkasına, cüppelerinin gerisine saklandılar.
Süleyman devrinde serçe olmak varmış. Hiç olmazsa gidip meramımızı anlatacağımız bir Nebî adaleti varmış.
Yine suçu Türk milletine atanlar oldu. Hatta daha ileriye giderek bu topraklara devletiyle birlikte gelen fatihleri göçmen telakki edip geldikleri yere dönmelerini bile salık verenler oldu. Küresel aklın hizmetine girip Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde İsrail’in güvenlik stratejisinin kuvvetlenmesine, su deposu Golan Tepelerini de ele geçirmesine hatta Kudüs’ü başkent ilan etmesine seyirci kalmak yetmezmiş gibi Türkiye’yi tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar göç dalgasına maruz bırakmak elbette İslâmiyet’e hizmet ve insanlığı ayağa kaldırmak değildir. Asıl insanlık, ‘vatancüda’ insanları vatanlarına kavuşturmaktır. Üstelik kendi içtimâî problemlerini görmezden gelerek sanki bir ihaleye çıkılıyormuş gibi bu insanlık dramını bir takım finans desteği talepleri ile geçiştirmek hiç de aklı başında bir müminin yapacağı şeyler değildir.
Afganlılar da, Suriyeliler de dünyanın birçok yerinde savaşların ezdiği kavimler de, her türlü farklılıklarına rağmen kardeşimizdir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti gözbebeğimizdir. Onu yok edecek her türlü girişim boşa çıkarılmalıdır.
Afganistanlıların şu göçünü görse… değerli dostum büyük şair Afganistan’ın medarı iftiharı merhum Ergeç Uçgun mutlaka bir şiir yaz(ar)dı.
“Bir yol bulub, birleşmeyince Türkler
Düşman ile hırlaşmayınca Türkler
Uçkun gibi gürleşmeyince Türkler
Ben ağlarım, sen ‘ağlama’ desen de”