Ekolojik intihar
Parazit, bakteri, virüs… İnsanlık ne çekti bunlardan.
Sıtma, plazmodium denen parazitin neden olduğu ateşli bir hastalıktır. Parazit, dişi Anofel sivrisineklerin ısırıklarıyla insana bulaşır.
Kolera ise Vibrio cholerae adlı bakteriden bulaşır. Bağırsak enfeksiyonuna bağlı akut ve şiddetli bir ishalle kişiyi çökertir.
Humma ise virüsle geçen bir hastalık. O da sivrisinek yoluyla bulaşır. Enfekte olmuş Aedes veya Haemagogus cinsi sivrisineklerin sokmasıyla bulaşır. Akut viral kanamalı bir hastalıktır.
Sivrisinekler nerede yaşar, bataklıklarda daha çok ürer. O halde ne yapmak lazım? Bir zamanlar atasözü gibi bir deyim vardı. “Sivrisinekleri yok etmek istiyorsan bataklıkları kurutmalısın.”
Mikroskobun bulunmasından 16 asır evvel Romalı Varro (MÖ 116-27), bataklık çevresinde üreyen gözle göremediğimiz ağızdan ve burundan vücuda giren ciddi hastalıklara sebep olan varlıklar tarif ederek mikrobiyolojinin sanki felsefesini kurmuş; İbn Sina, Râzî ve İbn Zühr de kitaplarında gözle görülmeyen canlıların yaydığı hastalıklardan bahsetmişlerdir.
Daha MÖ 6. yüzyılda Empedokles Sicilya kenti Selinus’u hummadan kurtarmış. Nasıl mı? Dağlardan akan temiz akarsuların yolunu bataklıktan geçirerek.
Bataklıkları kurutmak yakın zamanda bizde de yaygındı. Köy Hizmetleri ve ToprakSu gibi iki büyük teşkilatımız Türk tarımına çok önemli hizmetler verdiler. Ama bu arada bataklıkları kurutup tarıma açtılar. Asırlar evvel ormanları seyrelterek aralarına kentler kurmak gibi…
Bir zamanlar hemen her evde DDT denen ilaç vardı.
Şimdi DDT kullanmak ve bataklıkları kurutup tarıma açmak, çevrecilik açısından tasvip edilmeyen yaklaşımlar.
20. yüzyılın ortalarında Akdeniz ülkelerinde yaygın olan sıtmaya karşı DDT zafer kazanınca bu çevre kirletici ilaç gönüllerin sultanı olmuştu ama sıtma korkusu azalınca insanlar şöyle bağırdılar:
Vive le désert! Vive les moustikues!
Yaşasın çorak topraklar! Yaşasın sivrisinekler!
Jared Diamond ve birçok çevrebilimci Doğu Akdeniz toplumlarının, Yakın Doğu’daki gibi (Bereketli Hilâl) ‘ekolojik intihar’a giriştiklerini açıklar.*
Artık bataklık kurutmalar, övgüye layık hizmetler olarak değil yüz kızartıcı hezimetler olarak anılmaya başlanır.
Geçen on yıllar içinde bir dönem makbul sayılan ne varsa insanlık ondan nedamet duymadı mı?
Ekolojik çevre konularında da böyle; siyasî iklimde de, ruh ikliminde de, düşünce ikliminde de…
‘Zamanın ruhu’, ‘asrın idraki’ diye bir şey var elbette.
İklim değişikliği ile birlikte doğanın çıkarları ile insanın çıkarları arasındaki fay hattı ne kadar açılsa da aslında orta bir yerde buluşmak bilgi paylaşıldıkça kaçınılmaz olacaktır. Çünkü Marmara örneğinde olduğu gibi birkaç yıl önce sanayicilere “Siz artık arıtma filan gibi işlerle uğraşmayacaksınız, onu biz derin deşarj ile çözüyoruz.” söyleminin alkışlandığı bir liderlikten –doğal ki müsilajdan sonra- sanayinin Marmara bölgesinden tamamen uzaklaştırılması gereğini ve iradesini temsil edecek siyasî liderlik arayışına evriliyoruz toplum olarak.
Küresel iklim değişikliğini inkâr edip dalga geçenlerin, bir ülkede aynı anda yangın ve sel felaketleri ile karşılaşınca belki kafaları dank etmiştir. Günlerce hatta haftalarca yanan ormanlar, aşırı ısınan yüzey bir damla suya hasretken, fazla değil birkaç gün sonra seller dere yatağına yapılan bütün betonları, köprüleri, yolları, ‘akak’ına kurulan ne varsa süpürüp attı.
Doğa ve iktidar ilişkisi bu bakımdan ormanlar, yangınlar, dere yatakları, su havzaları, taşkınlar, seller, meralar, tarihî ve tabiî dokunun korunması konularını içselleştirme ile yakından ilgilidir.
Siyasî iklim, düşünce iklimi, ruh iklimi mevzuları ise benzer küresel felaketlere âdeta koşut olarak yaşanan sosyal psikolojik çevreye dalalet eder.
İstiklâl Marşımızın da yazarı, yani ruh iklimimizin mümessili Âkif’in; “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraı, geçen asırdaki İslâm ekolojik aydınlanmasının tezahürü bir slogan olmuştu.
Şimdi geldiğimiz yere bakın!
O geçen asırda Hindistan’ı parçalayan İngiliz emperyasının iki ülke kurdurma planından arta kalanları ise ‘Nakilî’ sıfatıyla sürdüğü Güney Türkistan (Afganistan)’da o sürülenlerin ahfadı Taliban, Katar’da anlaştığı ABD emperyasının temsilcileriyle sıfırdan bir ülkeye kavuşuyor ve bizim aklıevveller de alkışlıyor.
Güney Türkistan’ın şâiri merhum Ergeş Uçkun dostumuz bakın ‘Puştun’(Nakilî-Peştun) rüzgârına karşı daha Hazaraların, Türkmenlerin ve Özbeklerin ölmediğini ilan ederek ne demiş bugünler için:
“Der mizacı-bedregan, cüz fahş key dared eser
Zahmı-segra, bizeban-i-seg çisan merhem künem”**
Şu demek:
Kanıbozuk insanları ancak kötü laf ve aşağılama etkiler.
İt yarasına, it dili olmaksızın nasıl merhem olayım, iyileştireyim?
***
*Joachim Radkau, Doğa ve İktidar, Türkiye İş Bankası Yayınları, çev. Nafiz Güder, İstanbul 2020
**Arslan Küçükyıldız, Çapandaz – Ergeş Uçkun, Bengü Yayınları Ankara 2012