İslam’la ilişkimizi doğru zemine oturtmak
AHMET TAŞGETİREN
Mesele şu: İslâm, günümüzde Allah Teâlâ’nın bizim için belirlediği ciddiyette yer alınmıyor. Önce bunu tesbit etmeli. Çünkü problemi tesbit etmeden çaresini bulmak mümkün değil.
“İslâm’ı neden ölçüsü Allah Teâlâ tarafından belirlenen ciddiyette yer almalı? Başka bir ölçü bulamaz mıyız?” sorusu da sorulabilir. Bunun cevabı çok net: Müslüman olabilmek ona bağlı. Müslümanlar olarak yaralarımızı sarmak, İslâm’ın erdemi ile kuşanmak, İslâm’ın izzetiyle donanmak ona bağlı. Başka bir ölçü, başka bir din arayışıdır. “Başka din arayışı” ise Allah Teâlâ’nın razı olmadığı, “asla kabul etmeyeceği” bir davranıştır. Allah Teâlâ “en mükemmel din olarak insanlık için İslâm’ı seçmiş” ve bunu Kur’ân’la bildirmiştir. İslâm’la birlikte başka bir din, Allah’la birlikte başka bir ilaha kulluk etmek kadar saçmadır, yanlıştır, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bir başka soru, “İslâm’ın bizden beklediği ciddiyet ölçüsü nedir?” sorusudur. İslâm’ı hayatımızda nereye koyarsak, ilahî bir dine mensup olmanın gereğini yerine getirmiş oluruz?
Burada problem, Kur’ân’ın çerçevesini çizdiği, Rasûlullah’ın gündeminde ve hayatında yer alan, ve O’(s.a.)nun ilk İslâm nesline nakşettiği İslâm’la bizim hayatımızdaki İslâm arasındaki farktan doğuyor. Onlar İslâm’ı, bir inanış, duyuş, düşünüş ve yaşayış biçimi olarak anladılar. İslâm bütün bir hayattı onlar için. Hayatlarının gayesi idi. “Ölümü ve hayatı yaratan Allah’tı” ve “yaratılış sebebi, insanın kulluk noktasında en güzel davranış biçimini ortaya koyup koyamayacağını sınamaktı.” En güzel yaşayış biçimi ise dinden başkası değildi. İhmal ettikleri her Kur’ân buyruğu, gönüllerine bir inanç yarası olarak aksetti ve hemen onun tedavisine koştular. Birbirlerini inşa ettiler “hakkın ve sabrın tavsiyesini” insan ilişkilerinin ana ekseni yaparak... İşte İslâm’ın hayatımızda hangi ölçüde yer alacağının göstergesini onlar böyle belirlediler.
Burada ayrıca, “biz neyi kaybettik ki İslâm hayatımızda geri planlara düştü? Onu, gereken ciddiyetle yaşayamıyoruz?” sorusunun cevabını da bulmalıyız.
Öncelikle kaybettiğimiz Kur’ân bilgisi ve Rasûlullah terbiyesidir. Kaç zaman var ki İslâm’ı sadece kaynaklarından koparılmış bir kültür ve gelenek olarak almaktayız. Günlük hayat, bütünüyle din dışı değerlerle biçimleniyor. Din kısıtlı alanlara, dualara, mezarlıklara, zor zamanlarda hatırlanan Allah inançlarına sıkışıp kalmış. İnsanımız dinden, şuurlu veya gayrı şuuri olarak koruyabildiklerini korumaya çalışmış. Belki bir teselli unsuru halinde belki bir sığınma yönelişiyle, belki fıtratın üste çıkmasıyla... Bu yanlış biçimlenme, zaman içinde olağan statü haline gelmiş. Böyle bir dindarlığın bizi kurtarmasını beklemek mümkün değil. Ne dünyada, ne de “dinin nasıl yaşandığı” na dair gerçek hesaplaşmanın yaşanacağı öteki âlemde...
Yapılacak olan nedir? İslâm’ı onun istediği, gerektirdiği ölçüler içinde yeniden algılamaktır. Onun istediği, Rabbin razı olduğudur, Kur’ân’da öngörülendir, Rasûlullah’ın hayatıyla örneklediğidir, ilk İslâm neslinin yaşadığıdır. Takip eden çağlarda medeniyet halinde ete kemiğe bürünendir. Onun için Allah’a imanın çerçevesinden başlamak üzere yüreğimizde varolanları sorgulamak, İslâm’la ilişkilerimizdeki problemleri aşmak, kişiliğimizi yeniden İslâm’a teslim etmek, Kur’ân’ı, bir kere daha ve Alemlerin Rabbinden bir mesaj dinlercesine okumak, Hazreti Peygamber (s.a.)’in rahlesi önünde yeniden diz çökmek, elhasıl İslam’a teslim olmak…