Kamala Harris neo-liberalizmden kopuşu mu simgeliyor?
Amerika’da seçime 80 gün kaldı. Demokrat Parti, kongresini tamamladı, zaten adaylığı kesinleşmiş olan Kamala Harris resmen aday ilan edildi. Harris, Chicago’da yapılan kongrede kendi başkanlık programıyla ilgili önemli konuşmalar yaptı, bu konuşmalardan biri Harris’in ekonomi programıyla ilgiliydi.
The New York Times gazetesinin Nobel ödüllü ekonomi yazarı Paul Krugman, önceki günkü yazısında Harris’in ekonomik programını ‘Merkez sol bir program’ olarak niteledi.
Gerçekten de Harris, sadece ekonomi programıyla değil diğer politikalarıyla da uzunca bir süreden beri gelmiş en ‘sol’ programı savunan bir Demokrat başkan adayı.
Harris’in sol eğilimi bilinmeyen bir şey değil; partisinin Californialı ‘ilerici’ kanadından geliyor zaten. O yüzden, rakibi Donald Trump onu ‘Komünist’ olarak niteliyor haftalardır.
Tabii Amerika’nın ‘solculuğu’ ile bizim gibi sosyal devlete sahip Avrupa ülkelerinin solculuğu birbirine çok da benzemiyor. Örneğin Harris’in programında milyonlarca ucuz sosyal konut üretmek var. Bu türden icraatı Türkiye’de Ak Parti bile yapıyor ve kimse dönüp Ak Parti’ye ‘Sizin yaptığınız komünistlik’ demiyor.
Harris bazı gıda ürünlerine bir çeşit fiyat kontrolu öneriyor, bu da Türkiye’de de Avrupa’da da muhafazakar partilerin bile uyguladığı bir şey.
Ama biz beğenelim beğenmeyelim, Harris’in politikaları son 40 yılın Demokrat Parti politikalarından (ve elbette Cumhuriyetçi politikalardan da) radikal bir kopuş anlamına geliyor aslında.
O politikalar Amerika’da Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan döneminde başladı; ama 12 yıl sonra göreve gelip 8 yıl görev yapan Demokrat Başkan Bill Clinton tarafından sürdürüldü, aradaki 8 yıllık George W. Bush döneminden söz etmeye zaten gerek yok; ardından gelen Barack Obama döneminde sadece sağlık sistemine el atıldı, geri kalan neo-liberal ekonomi politikaları daha da güçlenerek sürdü.
Trump, neo-liberalizme daha iş dünyası yanlısı tutumuyla bir gümrük korumacılığı kalkanı ekledi, Joe Biden bir ölçüde sola yönelmek istedi ama ilan ettiği iklim koruma programı dışında bu konuda çok fazla bir şey yapamadı.
Şimdi Harris, şirket karlarını daha yüksek oranda (yüzde 28) vergilendirmekten, merkezi hükümetin ekonomik düzenlemelerdeki rolünü arttırmaktan söz ediyor. Yani neo-liberalizmin temel tezi olan kuralları hafifletmeyi (de-regulation) ağzına bile almıyor, tam tersini söylüyor.
Burada ciddiye alınması gereken bir durum var. Nitekim, Amerika’nın akıllı muhafazakarlarının sesi olan The Wall Street Journal gazetesinde yazan Andy Laperriere, Harris’i ciddiye almış, dün sabah okuduğum yazısına aynen şöyle başlamış:
‘Kamala Harris’in gıdaya fiyat kontrolu önerisi, Reagan sonrası dönemden beri geçerli olan iki partili ekonomik konsensüsün (akıllı para politikaları, düşük vergi, makul kurallar ve serbest ticaret) bozulduğunun son işareti. Demokratlar sola yönelirken Cumhuriyetçiler de ekonomik popülist haline geldiler. 1996’da Bill Clinton, ‘Büyük devlet dönemi sona erdi’ demişti. Acaba makul ekonomi politikaları (sound economic policy) dönemi sona mı erdi?’
Bu tartışma anlaşılan seçim gününe kadar devam edecek ama Harris’in anketlerde sürekli yükseldiği, Donald Trump’ın ona karşı söylem geliştirmekte zorluk çektiği hatırlanacak olursa, Kamala Harris’i daha yakından takip etmekte fayda var.
1980’lerin başında ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher’ın iktidara gelmesiyle başlayan neo-liberal politikaların ayırt edici özelliği, ‘kuralsızlaşmaya’ verdiği önem.
‘Kuralsızlaşma’dan kasıt kuralların tamamen kaldırılması değil ama Amerikan sistemine 1929 ekonomik bunalımı sonrası uygulanan ‘New Deal’ politikalarıyla girmeye başlayan, 60’ların sonuna kadar da devam eden, temelde federal hükümetin hem bir tür Avrupa tarzı sosyal devlete dönüşmesini mahçupça isteyen hem de kapitalizmi kurallara bağlayan yapıların gevşetilmesiydi.
Bu gevşeme sayesinde kimi faydalı ve iyi şeyler ortaya çıktığı gibi pek çok feci ekonomik eşitsizliğin de kapısı açıldı. Harris ve diğer Amerikalı solcular, bu kuralsızlaşmada kötü sonuçlar yarattığı söyledikleri şeyleri terse çevirmeye çalışıyor. Bu söylenenlerin şirketler Amerikasını mutlu etmediği ve etmeyeceği çok belli.
Tabii Amerika hapşırsa dünya nezle olduğu için Kamala Harris’in kazanmasının dünyanın geri kalanına yapacağı etkileri de dikkate almak gerekir. Reagan ve Thatcher’in kuralsızlaştırmaları, Türkiye’de özelleştirme fırtınasına neden oldu. İyi oldu kötü oldu tartışmasının ötesinde, Türkiye’de artan yolsuzluklarda bu kuralsızlaşmaların etkisi var.
Aslında bütün dünyada ve Amerika’da neo-liberalizmin sonunu 2020-21 arasında yaşadığımız ve milyonlarca cana mal olan Covid salgını getirdi. Güçlü ve söylediğini uygulayan devletler olmasa bu salgın sona eremezdi. Unutmayın, dünyada hiç kimse hayatlarını kurtaran aşıya para ödemedi. O para hep hükümetlerin bütçesinden çıktı. Durma noktasına gelen ekonomileri ve uluslararası ticareti yine salgından güçlenerek çıkan devletler yeniden başlattı. Böylece neo-liberalizmin ‘küçük devlet’ ilkesi yerle bir oldu. Hayır, aksine büyük devlete ihtiyaç vardı.
Bu yeni dönemin yeni siyasetçisi de işte görüyorsunuz Kamala Harris.