Türkiye-Batı ilişkilerinde çerçeve ve statü krizi
Gün geçmiyor ki Türkiye-Batı ilişkilerinde işlerin ne kadar kötüye gittiğine dair yeni bir haber veya yorum yayınlanmasın. Aynı şekilde, ilişkilerin artık kopma noktasına geldiğine dair tahminleri ilişkilerin kopması gerektiğine dair tavsiyeler takip ediyor. Her geçen gün bu başlığı daha rasyonel bir zeminde tartışmanın imkanları azalıyor. Mesele etrafındaki tartışmalar duyguların öne çıktığı, mantığın geriye çekildiği bir vasatta ilerliyor. Türkiye-Batı ilişkilerinde yaşanan krizin asıl zeminini neyin oluşturduğu sorusuyla daha fazla yüzleşmemiz gerekiyor. Bu soruya biri Batı-merkezli, diğeri Türkiye-merkezli olmak üzere iki yaygın cevap üretilmiş durumda.
***
Batı başkentlerinde Türkiye’ye yönelik olumsuz veya hasmane tutum Türkiye’nin demokrasi kalitesindeki geriye gidiş üzerinden meşrulaştırılıyor. Buna karşın, tarihsel ve ideolojik gerekçeleri bir kenara koyacak olursak, Türkiye’de son yıllarda yükselen Batı karşıtlığı ise Batı’nın Türkiye’ye sürekli operasyonlar çektiği teması üzerinden gerekçelendiriliyor. Her iki okuma da, kısmi gerçeklik payına sahip olmakla birlikte, resmin tamamını yansıtmıyor. Hatta ilişkilerdeki asıl meseleyi es geçiyor. Bu açıdan her iki okuma da indirgemeci bir bakış açısının ürünü. Demokrasi ve sekülerizm Türkiye-Batı ilişkilerinin önemli tutkalıydı. Bu iki husus ilişkilere siyasal ve değer temelli bir zemin sunuyordu. Ortak kavram setlerinin gelişmesinde ve referans noktalarının oluşmasında bu iki başlık önemli rol oynadı. Ancak Türkiye-Batı ilişkileri demokrasi parantezine hapsedilemez. İlişkilerin mahiyeti ve sıhhati de sadece Türkiye’nin demokrasi kalitesi üzerinden ölçülemez.
Demokratikleşme, reform, iyi yönetim, şeffaflık ve kurumsallaşma başlıklarının hepsinde Türkiye’de geriye doğru bir gidişin olduğu ortada. AK Parti ile MHP arasındaki ittifak veya daha doğru bir ifadeyle AK Parti’nin her geçen gün biraz daha fazla MHP’lileşmesi nedeniyle mevcut resmin yakın dönemde değişeceğine dair iyimser olmak da güç. Hatta bütün işaretler tam aksi bir istikamete işaret ediyor. Ne yazık ki, darbe girişimi sonrası FETÖ’yle mücadelede kazanılan haklı zeminin, aynı zamanda muhalif kesimlere yönelik bir alan temizliğine dönüşmesi hem iç siyasette hem de dış politikada ciddi bir gerilime yol açtığı yadsınamaz. Tutuklamaların, gözaltıların ve görevden almaların gittikçe hukuki bir mesele olmaktan çıkıp siyasi bir tasarrufa dönüştüğü algısı yerleşiyor. Demokratikleşme ve reform konusunda Brüksel kriterlerinin yerine Ankara kriterlerinin konulamadığı, konulanların da pek matah birşey olmadığı aşikar. Buna rağmen, demokrasi başlığındaki geriye gidiş Türkiye-Batı ilişkilerindeki esas krizi oluşturmuyor. Tabii ki bu başlıklardaki pozitif bir ivme, ilişkilerdeki tansiyonu düşürebilir, Türkiye’nin marka değerini yükseltir; fakat Türkiye-Batı ilişkilerindeki asıl meseleyi çözmez.
Batı için Türkiye’nin demokrasi ve sekülerizminin anlamı kadar - hatta daha da fazla - emlak değeri, jeopolitik konumu ve tercihlerinin de anlamı var. Aksi takdirde, Türkiye-Batı ilişkilerini sadece demokrasi başlığı üzerinde okursak, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin neden fiili olarak 2005’in sonuyla 2007 dönemi arasında bittiğini cevaplamakta güçlük çekeriz. Yani, Türkiye-AB ilişkilerinin altın yılları olarak anılan 2003-2007 arası yıllar, aynı zamanda Türkiye’nin AB üyelik perspektifinin güçlü bir şekilde Avrupa tarafından kapandığı yılları da temsil ediyor. Üyelik müzakerelerinde birbirleri ardına dondurulan başlıklar, Türkiye’ye önerilen imtiyazlı ortaklık önerileri ve Türkiye’nin üyelik için gerekli bütün koşulları başarılı bir şekilde tamamlasa dahi üyeliğinin referanduma götürüleceği tehdidi, Türkiye’nin AB’ye üyelik ümidini veya sürecini büyük oranda sona erdirmişti. Türkiye bugün demokratikleşme gündemine yeniden geri dönse AB ile ilişkilerindeki birçok gerilim noktasını ortadan kaldırabilir, ancak böyle bir şeyin Türkiye’nin AB üyelik sürecine veya NATO’yla ilişkilerine esaslı bir katkı sunması düşük bir ihtimal.
Özellikle Türkiye ile NATO’nun veya Türkiye ile ABD’nin jeopolitik ve güvenlik tehdidi algıları arasındaki makas açılıyor. İlişkilerin bu mahiyeti de ilişkilerin her daim bir kredibilite sorunu olduğunu ortaya koyuyor. Tabii ki bu tek taraflı bir sorun değil.
***
Bunun devamı olarak, ilişkilerin içerisinde cereyan ettiği çerçeve Türkiye-Batı ilişkilerinde kriz üretmeye elverişli gözüküyor. Muhtemelen ilişkilerdeki ana kriz noktalarından birini bu oluşturuyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlamak üzere Batı’nın Türkiye için bir referans noktası işlevi görmesinin neredeyse 200 yıllık bir tarihi var. İkinci Dünya Savaşı’nı müteakiben bu ilişkilerin güçlü kurumsal zemini de oluşmaya başladı. Türkiye, hükümetlerarası veya ulus-üstü Batılı kurumların hepsinde yer almaya çalıştı. Bu sadece normatif gerekçelerle girişilen bir çaba değildi. Bu çabanın çok reel ekonomik, güvenlik ve siyasal gerekçeleri de bulunuyordu. Fakat bu süreçte ilişkilerin de çok belirgin bir niteliği vardı. Bu ilişkiler temelde bir öğretmen - öğrenci ilişkisi şeklinde gerçekleşiyordu. Öykünen ve öykünülen hiyerarşisi ilişkilerin sistematiğini belirliyordu. Fakat uzun bir süredir Türkiye, Avrupa’nın ana ülkeleriyle eşitlik, genel olarak Batı blokunda da aktörlüğünün kabulünü talep ediyor. Hem Türkiye hem de AB tarafında sahici bulunmayan üyelik çerçevesi bu konuda sorun çözücü bir işleve sahip değil. Yani Türkiye-Batı ilişkilerinde bir statü krizi var; Türkiye statü talep ediyor. Bu da haliyle bizi ilişkilerin genel çerçevesindeki probleme götürüyor.
Tabii ki bu tespitler Türkiye - Batı ilişkilerine kaynaklık eden sahici gerekçelerin bugün anlamını yitirdiği anlamına gelmiyor. Batı ittifakı Türkiye’nin hala en önemli ve en güçlü ittifak sistemini oluşturuyor. Türkiye’nin sahip olduğu diğer ilişki ağlarının hiçbiri bunu ikame edecek bir potansiyele sahip değil. Zaten Türkiye’nin geliştirdiği farklı ilişkilerin birbirlerinin ikamesi şeklinde değerlendirilmesi anlamlı da değil. Fakat bu ilişkilerin sağlıklı bir zemine oturabilmesi, bu ilişkilerde Türkiye’nin statü talebinin makul bir çerçeve içerisinde çözülmesini gerektiriyor. Bu meselenin de kısa bir süre zarfında çözülebilmesi pek olası gözükmüyor.