Şii milisler sorunu veya Irak’ın sonraki krizi
Ortadoğu'yla alakalı hem içeride hem de dışarıda yapılan tartışmalarda uzun bir süre ilgi 'Sünni radikalizmi' üzerindeydi. Bu radikalleşmenin ürettiği aşırılık, terörizm ve dehşet Ortadoğu'yla veya daha geniş ölçekte Müslüman dünyayla alakalı yapılan tartışmalarda önemli yer tuttu. IŞİD'le mücadele en azından operasyonel manada sona doğru yaklaşırken, öyle görünüyor ki bundan sonra Şii milisler meselesi gündemimizi meşgul edecek gibi duruyor. Mevzubahis grupları, birçoğunun patronu konumunda olan İran'ın bölgesel projeksiyonları ve ihtiraslarından bağımsız okuyamayacağımıza göre, muhtemelen İran'ı daha fazla tartışacağımız günlere giriyoruz. Irak'ı, Suriye'yi, Lübnan'ı konuşurken daha fazla Şii milisleri dolayısıyla daha fazla İran'ı konuşacağız. Bu da bugüne kadar 'İslami radikalizm' literatürüne sıkça vurgu yapılan Şii istisnacılığının sonuna gelebileceğimize işaret ediyor. 11 Eylül'den sonra İran, terörizm söylemi ve terörizmle mücadele anlatısını Batı dünyasına ulaşmanın işlevsel bir yolu olarak kullanmayı tercih etti. Çünkü İran'ın terörizm vurgusu büyük oranda Vahhabilik ve tekfirciliğin reddiyesi üzerine inşa ediliyordu. Bu kullanımla da İran, terörizmi özelde Suudi Arabistan, genelde ise Sünni İslam'la eşleştiren bir söylem kullandı. Terörizm kavramının bu şekildeki işlevselliği İran'ın "terörizmle mücadele veya terörizme karşı savaş" söylemini bölgesel ölçekte yeniden üretmesine yol açtı. Batı'daki terörizmle mücadele söylemini olduğu gibi alıp ona sadece bölgesel bir sos kattı. Zaten bu nedenle İran bölgedeki aktivizmini, Irak ve Suriye politikalarını büyük ölçüde terörizmle mücadele söylemi ve mantığı üzerine inşa ediyor.
IŞİD'le mücadelede sona doğru yaklaşılması, El Kaide'nin hareket kabiliyetinin göreceli olarak sınırlandırılması spotlightlar’ı gittikçe Şii milisler üzerine çevirecek gibi duruyor. ABD'de son dönemlerde Şii milislerle alakalı gelen açıklamalar (tabii ki bunu ABD'nin yeni İran stratejisinden bağımsız okuyamayız) yeni bir döneme işaret ediyor. Bu yeni dönemde milis - terörist kavramları üzerine inşa edilecek yeni söylem İran'ın daha önce Vahhabilik veya Sünni İslam'la eşleştirdiği terörizmle mücadele kavramının kullanım değerini azaltacak gibi duruyor. Bu tartışmalar ilk etapta Irak bağlamında ve Haşdi Şabi milisleri üzerinden cereyan edecek gibi gözüküyor.
Yukarıda da belirttiğim üzere, IŞİD'le mücadeleyi kendileri için bir meşruiyet tescili olarak kullanan Haşdi Şabi grupları (Bedir grubunun lideri Hadi el Amiri'nin yaptığı gibi) referandumdan sonra Kürtlerle mücadeleyi kendilerinin daha güçlü bir siyasal aktöre dönüşmeleri için fırsat olarak değerlendiriyorlar. Her iki süreçle kendilerini Irak'ta siyaset ve güvenlik sektörünün mütemmim cüzü haline getirmek istiyorlar. IŞİD'le mücadele aracılığıyla bu gruplar daha fazla askeri ve finansal kaynaklar elde ettiler. Daha geniş alanları kontrol etmeye başlayıp alternatif bir iktidar ve nüfuz alanı inşa ettiler. Yani Irak'ın IŞİD'den temizlenme sürecinin önemli aktörleri olarak ortaya çıktıkları için, aktörlükleri Şii merkezi hükümet nezdinde daha fazla kabul görmeye başladı. Ayrıca bu gruplar belli ölçüde toplumsal zemin de kazanmaya başladılar. Bu grupların toplumsal zemin, askeri sofistikasyon ve siyasal nüfuz kazanmaları her ne kadar Sünniler, Kürtler, Hristiyanlar ve benzeri grupları (Şiiler’in dışındaki gruplardan da göreceli olarak Haşdi Şabilere az sayıda katılım gerçekleşti) endişelendirirken, bu süreç merkezi hükümet ile İran'ın desteğine mazhar oldu. Amerika ise sadece IŞİD'e kilitlendiği için bu grupların bu şekilde yükselmesine mukavemet göstermedi.
Bu gruplar IŞİD'le mücadele sona ererken hem işlevselliklerini kaybetmemek hem de kendilerini yeni döneme uyarlamak için yeni hedefler ve stratejiler geliştirmeye başladılar. Bu konuda iki noktaya yatırım yapıyorlar. Birincisi, Irak Kürdistanı'nın bağımsızlık referandumunu gerekçe olarak kullanarak hem askeri kullanım değerlerini yeniden tahkim ediyorlar (merkezi hükümet nezdinde) hem de meşruiyet kazanmaya çalışıyorlar. Örneğin referandumdan önce Abadi'den ziyade bizatihi Bedir grubunun lideri Hadi el Amiri, Barzani'yi savaşla tehdit etti. İkincisi, bu gruplar hem İran hem de Irak için stratejik önemi olan yerlere yoğunlaşarak stratejik önemlerini sürdürmek istiyorlar. Bu gruplar, Irak merkezi hükümetiyle Kürdistan bölgesi arasındaki tartışmalı bölgelerle sınır hatlarına yoğunlaşarak merkezi hükümetten rol kapıyorlar. Kerkük, Diyala ve Ninova'daki bazı bölgelerin yanı sıra bu gruplar İran -Irak sınırıyla Irak - Suriye sınırına yatırım yapıyorlar. Bu tercihler onların ve İran’ın, İran'dan Akdeniz'e uzanan bir milis kuşak oluşturma vizyonunundan ayrı okunamaz.
Ancak Haşdi Şabi derken; ortaya çıkış şekilleri, organizasyonel yapıları ve hedefleri açısından tamamıyla yekpare bir yapıdan bahsetmiyoruz. Haşdi Şabi şemsiyesi altında kimi hesaplara göre altmışa yakın gruptan bahsediyoruz. Bu grupları kabaca iki kısıma ayırabiliriz. Bunu ortaya çıkış tarihleri açısından yapabileceğimiz gibi bu grupların girdiği patronaj ilişkisi üzerinden de yapabiliriz. Zaten bu her ikisi birbirlerini tahkim eden noktalardır. Bu noktayı açacak olursak, 2014'te IŞİD'in ortaya çıkışına tepki olarak Sistani'nin fetvasına cevap olarak ortaya çıkan, daha Irak merkezli, Şiiler için kutsal olan (Kerbela ve Necef'deki mabetler gibi) mekanları korumayı amaçlayan birinci gruptaki Haşdi Şabiler hem sayı olarak daha az hem de etki olarak daha sınırlılar. Bu gruplar post-IŞİD döneminde Irak'ın siyasal ve güvenlik mimarisine entegrasyon konusunda daha istekli görünüyorlar. Buna karşın, 2014'ten çok önce kurulan (yani IŞİD'in yükselişinden bağımsız bir gerekçeyle), sadakatleri büyük oranda İran'a olan, daha geniş insan gücü, kaynak ve alana hükmeden ikinci gruptaki Haşdi Şabiler ise hem kamu idaresine entegrasyon konusunda direniyorlar hem de daha jeopolitik ve siyasal bir ajandaya hizmet ediyorlar. Yani ortaya çıkışları IŞİD'den bağımsız gerekçelere dayanıyor.
Hizbullah modeli üzerine bina edilen bu ikinci grubu İran'ın bölgesel jeopolitik tasavvurlarından bağımsız düşünmek pek olası değil. Bu gruplar sadece askeri olarak değil siyasal olarak da etkin aktörlerdir. Hadi el Amiri ve Kais Hazali'nin liderliğindeki sırasıyla Bedir ve Asaib el Hak gruplarının parlamentoda partileri var. Yine, bu ikinci gruptakiler Irak merkezi hükümetinden pek şeffaf olmayan süreçler aracılığıyla büyük fonlar alıyorlar. Dolayısıyla, bu ikinci grup güçlü bir siyasal-sosyal-güvenlik-ekonomik kompleksi temsil ediyor. Aynı zamanda daha bölgesel tasavvurlara sahip olan bu ikinci grup hem Irak devleti için ciddi bir meydan okumayı hem de bölge için uzun erimli bir sorun alanını temsil ediyor. Yani bu ikinci grup hem Türkiye hem de bölge için daha uzun vadeli ve daha yapısal bir meydan okumayı ve tehdidi vücuda getiriyor. Çünkü bu siyasal-milis gruplar aracılığıyla Lübnan'daki Hizbullah gibi Irak ve Suriye'de alternatif ve paralel siyasi ve güvenlik mimarileri inşa ediliyor.
Tabii ki bu durum Irak başta olmak üzere bu ülkelerin siyasal sistemiyle idari yapısını her daim krizlerle malül kılacak gibi duruyor. Bu da bölgede girmekte olduğumuz post-IŞİD döneminin post-kriz dönemiyle eş anlamlı olmadığına veya olmayacağına işaret ediyor. Çünkü post-IŞİD döneminin en önemli tartışma başlıklarından bazıları siyasal sistem ile yönetim modelinin niteliği etrafında cereyan edecektir. Irak ve Suriye'deki rejimler hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edemezler. Bu ülkelerin nasıl bir siyasal sistem veya yönetim modelleriyle yönetilmeli soruları olanca yakıcılığıyla karşımızda duruyor. Irak'ta siyasal sistem reformu, Suriye'de ise yeni bir siyasal sistem arayışı yeni dönemde daha fazla gündeme gelecek. Irak ve Suriye'de inşa edilen İran güdümündeki paralel siyasal-güvenlik mimari veya milis hattı bu arayışların altını boşaltıyor.
Bu gruplar bu ölçekte iktidar alanını doldurdukları sürece merkezi yönetimleri güçlendirme girişimleri akamete uğramaya mahkum olacaktır.
Velhasıl mevzubahis milis grupları siyasal ve güvenlik sistemini bu ölçekte domine ettikleri sürece Irak'ın başarısız devletler liginden çıkması pek olası gözükmüyor. Bu grupların büyük bir kısmı İran'ın bölgesel güç projeksiyonunun önemli aygıtları, diğer kısmı ise anormal dönemlerin anormal enstrümanlarıydı. Bunların bir bütün olarak normal kabul edilip sorunsallaştırılmaması, Irak'ın (tabii ki gelecekte Suriye'nin de) zaten son derece sağlıksız olan siyasal sistemininin anormallik derecesini daha da arttırır. Bu da Irak'ın bir sonraki büyük krizini sadece bir zamanlama meselesi kılar.