Post-referandum döneminin opsiyonları
Post-referandum döneminde Türkiye’de yapılan tartışmalar iki seçenek üzerinde ilerliyor: Bağımsızlık veya daha önceki statüko. Bu tartışmalara da gittikçe kabaran bir öfke dalgası eşlik ediyor. Siyasal karar alıcılar da bu seçenekler ve öfke hali üzerinden söylem üretiyor. Referandum neredeyse bir dış politika başlığı olmaktan çıkıp çoktan bir iç politika gündemine dönüştürülmüş durumda. Tıpkı diğer birçok dış politika başlığı gibi. Devlette çok üst perdeden bir söylem kullanılıyor. Mesela, Türkiye'nin kullandığı söylemi, bu referandumdan en az Türkiye kadar hatta ondan daha fazla rahatsız olan İran'ın söylemiyle karşılaştıralım. Hamaney, Ruhani veya Zarif'ten kaç tane yüksek perdeden, hakaretamiz açıklama geldi? İran, adım atmıyor mu? Atıyor. Zaten, referandumdan önce herkes İran'ın bundan rahatsız olacağını ve buna sert bir reaksiyon göstereceğini biliyordu. Asıl belirsizlik Ankara'ya ilişkin yaşanıyordu. Ama iki aktörün bu meselede tutturdukları söylem dahi aralarındaki ciddiyet derecesini gözler önüne seriyor. Ankara'da adeta bağırmanın, hakaretin ve tehditin diplomasinin yerine ikame edildiği bir anlayış hakim. Belki de dış politikadaki vizyon eksikliğini bu şekilde kapatmaya çalışıyoruz.
Referandum kararında ve sürecinde yapılan hatalar zinciri bizi bulunduğumuz noktaya getirdi. Barzani başta olmak üzere Iraklı Kürt liderler, Irak'ın toprak bütünlüğünü savunan ülke ve liderlerin sayısının umduklarının çok üstünde olduklarını keşfetmek zorunda kaldılar. Türkiye'yle herhangi bir koordinasyona girmeden attıkları bu adımın kendilerine epey maliyet üretebileceğini yeni idrak ediyor gözüküyorlar. IŞİD'le mücadele sonucunda elde ettikleri fiili statükonun kırılganlığı da daha bir gün yüzüne çıkıyor. Milliyetçi duyguları kabartınca, bunun belli bir aşamadan sonra epey yıkıcı olabileceğini ve bunu kabartan aktörün de bunu kontrol etmekte güçlük çekeceğini bir kez daha görüyoruz. Kürt milliyetçiliğinin siyasal iddiaları Türk, Arap ve Fars milliyetçiliklerini kamçılıyor. Bu yükselen milliyetçi dalganın da bölgeyi nereye götüreceği belirsiz bir hal almış durumda. Referandum kararıyla, Irak Kürdistanı büyük bir belirsizliğe adım attı. Bundan sonraki ana tartışmayı bu belirsizliğin nereye doğru evrileceği oluşturacaktır.
Benzer şekilde, bölgesel ve uluslararası aktörler de bu süreci yönetmekte epey zaaf gösterdiler. Yanlış okumalar yaptılar. Birçok siyasal aktör veya analist Barzani'nin blöf yaptığına inandı. Hatta bunların bazıları referandumun ertelenmesinin an meselesi olduğunu iddia ettiler. Sistematik bir şekilde artırılan baskı ile verilen ültimatomların Barzani'nin kararını revize etmesine yol açacağı düşünüldü. Fakat bu yaklaşım umulanın tam tersi bir sonuç doğurdu. Barzani'nin referandumdan vazgeçmesi için Irak'a arda arda sunulan destekler Irak'ın müzakere iştahını azalttı. Buna karşın, peş peşe verilen ültimatomlarla yapılan tehditler ise Barzani'nin referanduma gitme kararını daha da perçinledi. Dış tehdit algısıyla bezenmiş referandum süreci Iraklı Kürt seçmenler nezdinde bir konsolidasyonun sağlanmasına yol açtı. Örneğin, referandumdan haftalar önce birçok karar alıcı veya analist referandumun en fazla yüzde 70 civarındaki oy oranıyla geçeceğini ve katılımın da yüzde 50 bandında kalabileceğini düşünürken, referanduma katılım yüzde 72 oranında, destek de yüzde 92 oranında gerçekleşti. Yani referandumun yapılmaması yönünde verilen ültimatomlar ve savrulan tehditler referandumun daha yüksek bir oy oranıyla kabulüne yol açtı. Aslında bu siyasetin hangi sonucu doğuracağını kestirmek güç değildi. Ama ne yazık ki ülkemiz (diğer aktörleri şimdilik bir kenara koyalım) sonucu önceden kestirilen hataları yapmakta mahir. Post-referandum döneminin tartışmaları da benzeri bir hatalı zeminde ilerliyor.
Referandumun yapıldığı güne kadar bu referandumun yapılmasındaki irrasyonelliğe, hesap hatasına vurgu yapılması makuldü. Buradaki zaman ile zeminin yanlışlığına dikkat çekilmesi normaldi. Fakat referandum yapıldıktan sonra tartışmanın zemini değişmek durumunda. Artık asıl mesele referandum kararının yanlışlığından çok bizim cevabımızın isabetli oluşu veya doğruluğu etrafında şekillenmelidir. Referandum kararına veya bu süreçte Türkiye'nin uyarı ve telkinlerinin dikkate alınmamasına öfke duyulması normaldir. Fakat bu, meseleyi rasyonel zeminde okuma ve ona uygulanabilir makul bir cevap üretiminin yerine ikame edilmemelidir. Türkiye, bu meseleye yönelik bir çözüm perspektifi sunarken neredeyse yüzyıllık arka plana dayanan kendi kimlik krizininin esaretinde sıyrılarak bunu yapmalıdır. Türkiye, çözüm perspektifini, kendisinin daha geniş bölge siyasetiyle daha kapsayıcı toplum ve millet tasavvuru içerisine yerleştirerek formüle etmelidir.
***
Bu noktada, öncelikle şu tespiti yapmamız gerekiyor. Irak Kürdistan'ındaki referanduma yönelik siyaset geliştirirken bizim ya bağımsızlık ya da statüko olmak üzere sadece iki opsiyonumuz yok. Birincisi, statüko derken neyi kast ettiğimiz o kadar açık değil. IŞİD'le mücadele öncesi statükosu mu yoksa mücadele sonra statükosu mu? Fiili statüko mu yoksa anayasal statüko mu? Yoksa referandumdan bir gün önceki statüko mu? Fakat her neyse, statüko sürdürülemez olduğu için bugün bu noktaya geldik.
Buna karşın, bağımsızlık opsiyonu da bugünün konjonktüründe o kadar kolay hayata geçirilebilecek bir opsiyon değil. Bunun bölgede karşılaştığı muhalefet ile tetikleyeceği fay hatları bu opsiyonun en azında önümüzdeki öngörülebilir dönem için ertelenmesini zorunlu kılıyor. Siyasal ve dönemsel fırsatçılıkların ürettiği tarihsel maliyetler dikkate alındığında bugünün koşullarında ilan edilecek bir bağımsızlığın bölgenin kollektif hafızasında ve vicdanında geleceğe dönük ciddi maliyetler üreteceği ve bakiyeler bırakacağı aşikar.
Tabii ki bağımsızlığın şu anda zamanı ve zeminin uygun olmadığını söylemek Irak Kürt'lerinin bu sonuca doğru gittiğini öngörmemek manasına gelmiyor. İdeal olanın Ortadoğu'da etnik veya mezhep temelli yeni devletlerin ortaya çıkması değil. Bölgenin demografik yapısının iç içe geçmişliği dikkate alınınca, bölünme senaryolarının ortaya çıkaracağı komplikasyonları ve yeni trajedileri gözardı etmek kolay değil. Bölgenin birçok etnik, dini ve mezhebi kimliği birlikte barındırabilen demokratik başarılı devlet örneklerine olan ihtiyacı ortadadır. Fakat bölünme durumlarına götüren süreçleri sadece bölünmek isteyen parçanın ihtirasları değil, kendisinden bölünülen ana kütlenin mahiyeti de belirler. Ne yazık ki bugünün Irak'ında merkezin çekim gücü son derece zayıf. Bunu sadece Kürtlerin bağımsızlık arayışında değil, Sünnilerin yüzünü Bağdat'a dönmemesinde, hatta Şii çoğunluklu Basra'nın otonom bir bölgeye dönme arzusunda görebiliyoruz. Bu nedenle, bu krize yönelik siyaset geliştirirken, bu referandumun kısa vadede bağımsızlık doğurmayacağı, buna karşın Irak Kürt'lerinin orta veya uzun vadede devletleşme ihtimalinin de epey yüksek olduğunu göz önünde bulundurarak hareket edilmesi gerekir. Bu nedenle, bugün üreteceğimiz formüller sadece günü kurtarmak veya öfkemizi dindirmek amacına matuf olmamalı, aynı zamanda geleceği de ıskalamamayı hedeflemelidir. Bugün vereceğimiz cevaplar sadece bugünü değil geleceği de nasıl şekillendireceğimizi tayin edecektir. Burada da cevabın mahiyeti kadar tarzı ve dili de önemlidir.
Orta ve uzun vadede eğer Irak Kürdistan'ı bağımsız devlete dönüşecekse, Türkiye, onun nasıl bir devlet olmasını arzular? Bunun üzerine bugün düşünmemiz gerekir çünkü orta ve uzun vadeyi bugünden inşa ediyoruz. Burada da kabaca üç devlet modeli karşımıza çıkıyor: Kıbrıs, Ermenistan ve Lübnan. Daha yakın döneme kadar birçok analist Irak Kürdistan'ının bağımsız olması halinde bunun ikinci bir Kıbrıs'a dönüşeceğini iddia ederlerdi. Türkiye'nin nüfuz bölgesindeki bir yapı. İran'ın Irak Kürt'lerinin bağımsızlık arayışına karşı çıkmasını sağlayan motivasyonlardan birini de bu oluşturuyordu. İkinci opsiyon bir gün ortaya çıkacak bağımsız Kürdistan'ının Türkiye için ikinci Ermenistan'a dönüşme olasılığıdır. Türkiye, gittikçe bağımsızlık referandumunun en katı karşıtına dönüştü. Sert ve tehditvari bir dil kullanıyor. Yaptırımlar, ambargo dili veya açlıkla terbiye etme söylemleri Kerkük'ün geçmişinde Kürtlerin olmadığı keşfine vardı. Bunun bir adım sonrası muhtemelen Baas rejiminin aslında bir Araplaştırma politikası gütmediğine varacak gibi duruyor. Halbuki daha birkaç hafta önce Kerkük'ün sadece bir grubun değil Türkmenler, Kürtler ve Arapların yaşadığı çok kültürlü bir şehir olduğu söylemini haklı bir şekilde kullanıyorduk. Kerkük'ün geçmişinde Kürt olmadığı söylemi, Abdullah Gül'ün de doğru bir şekilde eleştirdiği üzere adeta Türkiye'de de Kürtler yaşamıyor gibi bir kampanya ve söylemle beraber sürdürülüyor. Gittikçe eski Türkiye'nin diline benzeyen bir dil bu. Eski Türkiye'nin dili ve siyasetinin de Türkiye'nin toplumsal dokusuyla barışını nasıl iğdiş ettiğini yaşayarak deneyimledik. Bu siyasetin ve dilin Irak Kürt'lerinin Türkiye'yi kendi ulus ve devlet inşa sürecinin kurucu ötekisine dönüştürmesine yol açması yabana atılacak bir olasılık değil. Bu da Türkiye'yle Irak Kürt'lerinin ilişkilerinde ikinci bir Ermenistan modelinin ortaya çıkmasını muhtemel kılıyor. Üçüncü olasılık ise Kürdistan'ın gittikçe Lübnan'a benzemesidir. Yani İran'ın yörüngesi ve etkisi altındaki küçük bir devlete dönüşmesi ihtimali. İran, şu ana kadar en azından söylem olarak bağımsızlık referandumunu iyi yönetiyor. Kürtleri bir bütün olarak hedef alan bir dil kullanmaktan kaçınıyor. Her ne kadar Irak Kürdistan'ındaki müttefiklerinin hepsi ya daha erken dönemlerde ya da son anda bağımsızlık referandumunu destekleme yönünde tavır takındıysalar da İran onları hırpalayacak bir yol izlemedi. Irak Kürdistan'ında Goran, KYB ve Komel İran'la iyi İlişkilere sahip gruplar. Buna karşın, KDP ve Yekgirtu ise Türkiye'ye yakın(lardı). İran taraftarı grup güçlü bir bloku temsil ediyor. Yeni dönemde Barzani ve KDP bu süreçten çok hırpalanarak çıkarsa, bu durum İran'a Kürdistan bölgesinin kılcal damarlarına daha fazla nüfuz etme imkanı sağlar. Ve eğer bir gün Irak Kürdistan'ı devlete evrilirse, İran oranın Lübnan'a benzer bir yapı veya jeopolitik kimliğe kavuşması için gerekli alt yapı yatırımlarını tamamlamış olabilir. Tabii ki burada ABD üsleri, Batı'nın tutumu ne olacak soruları gündeme gelecektir. Fakat komşu ülkelerin Irak Kürt'lerinin toplumsal dokusuyla siyasal yapısına nüfuz etme potansiyeli ABD'ninkinden daha fazla olduğu kanaatindeyim. Amerikan işgali ve askeri varlığına rağmen, Irak'ın İran’ın güdümünde mezhepçi bir milis devletine dönüşmesi süreci dahi bu noktayı teyit ediyor.
***
Bu modellere ilaveten, Türkiye'nin selameti için şu sorulara da cevap bulmamız gerekiyor. Sınırımızda homojen bir Kürt entitesinin varlığı mı bizim için daha hayırlı yoksa ciddi bir Türkmen ve Arap oranına sahip bir yapı mı? Hangisinin Türkiye'ye bağımlılığı daha fazla olur? Eğer birgün Türkiye'nin bütün itirazlarına rağmen, bir Kürt devleti ortaya çıkarsa, Kerkük veya Türkmenlerin o Kürdistan içerisinde IKYB'ye benzer bir statüye sahip olmaları mı Türkiye'nin milli menfaatlerine daha fazla hizmet eder yoksa Şii konsantrasyonu daha da artmış Irak'ın periferisinde ve İran'ın nüfuz alanı içerisinde kalması mı? Kürtlerle Türkmenleri birbirlerine yakınlaştırma stratejisi mi bizim için daha hayırlı yoksa onları birbirlerine karşı konumlandırma siyaseti mi?
Buradan bakınca da yeni dönemde Irak merkezi hükümetiyle Kürtler arasındaki ilişkide birini diğerinin lehine zayıflatmanın pek de bizim çıkarımıza uygun değil görünüyor. Madem ki eski statüko sürdürülebilir değil ve görünen yakın vadede bağımsızlık bir opsiyon değil, o zaman yeni çözümler ve Türkiye'nin bu süreçte nasıl rol alabileceği üzerine kafa yormamız gerekiyor. Çerçevesi daha iyi tanımlanmış federalizm veya konfederal çözümler muhtemelen masada olacak. Abadi'nin büyük oranda iç kamuoyunu düşünerek kullandığı sert söyleme rağmen, pazarlığa açık olduğunu çeşitli vesilelerle anlayabiliyoruz. Macron'un Paris davetini kabul etmesi buna işaret eder. Medyaya yansıyan bilgiler Fransa'nın bu krizde arabuluculuk rolü oynamak istediğini gösteriyor. Yine, referandum öncesi katı pozisyonuna rağmen, İngiltere Savunma Bakanı Fallon da Barzani'ye mektup göndererek merkezi hükümetle müzakere çağrısında bulundu. ABD başta olmak üzere diğer ülkeler referandum öncesi döneme oranla söylemlerini yumuşattılar. Türkiye, post-referandum döneminde kurulması muhtemel masada aktif bir aktör olarak yer alabileceği bir siyasete veya çözüm perspektifine yatırım yapmalıdır.
Ne yazık ki şu ana kadar bu krizi yönetme biçimimiz veya yönetememe halimiz son dönemlerde Türk dış politikasında yaşanan irrasyonelliğin billurlaşmasını sağladı. Yine aynı süreç Kürt milliyetçiliğinin reaktifliğiyle gittikçe yaygınlaşan yeni tarz muhafazakar ulusalcılığın veya ‘dindar’ Kemalizminin özgüvensizliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Kürt milliyetçiliğinin irrasyonelliğini ve tahripkarlığını hendek savaşlarıyla gayet yakından gördük. Fakat Kemalizmin veya dışlayıcı ulusalcılığın Türkiye’ye ürettiği maliyet ise tarihsel hafızamızda bütün tazeliğini koruyor. Buna muhafazakar veya dindar cilasının çalınması sonucu değiştirmiyor. Ne yazık ki daha düne kadar Türkiye’ye İslami perspektifin kuşatıcılığında çözüm reçeteleri öneren bir çok düşünce ve kalem erbabı bugün Tuncer Kılınç, Doğu Perinçek gibi aktörlerin sahip olduğu Avrasyacı-ulusalcı-Kemalist perspektife sıkışmış durumda. Bu şekilde vücuda gelen muhafazakar ulusalcı yaklaşım dar ve dışlayıcı bir millet ve dış politika tasavvuru üzerine inşa ediliyor. Bu da ne yazık ki son dönemlerde iç ve dış politikada yaşadığımız vizyon eksikliğinin veya siyaset krizinin ürünü.
Dış politikada vizyon eksikliğinin, ilişki yönetememenin, siyaset geliştirememenin de eseri olarak yaşadığımız sıkışmayı tevil etmek için "dış politikada dün yanımızda olanların bazılarının bugün karşımızda, bugün karşımızda olanların bazılarının da yarın yanımızda olacaklar" söylemi üretiliyor. Şüphesiz, dış politikada ebedi dost veya düşman yok. Ancak bu dış politikanın bir sabitesinin olmadığı, güçlü ittifak ilişkilerine dayanmadığı anlamına gelmez. İngiltere'den Almanya'ya, ABD'den İran’a kadar birçok ülkenin dış politikalarının dayandığı güçlü sabiteleri ve uzun erimli ittifak ilişkileri mevcut. Mesela son birkaç yıldaki İran ve Türkiye dış politikasının kabaca bir karşılaştırmasını yapalım. Hizbullah, Irak merkezi hükümeti, Esad rejimi, Yemen'deki Husiler dün de İran'ın müttefikleriydiler bugün de. Hatta madem konumuz Irak Kürdistan'ındaki referandum, oraya da daha yakından bir mercek tutalım. Goran, Komel ve KYB dün de İran'ın müttefikleriydiler bugün de (referandumda 'evet' lehine tavır değiştirmelerine rağmen). Peki ya Türkiye'nin bölgesel ittifak sistemiyle vizyonunda böylesi bir süreklilik var mı? Çok kısa bir süre önce terörist olarak tanımladığımız, IŞİD'den bir farkının olmadığını ifade ettiğimiz Haşdi Şabi artık Irak Kürt'lerine karşı Türkiye'nin potansiyel müttefiki mi? Yine birkaç ay önce mezhepçilik yaptığını, Pers yayılmacılığını hedeflediğini belirttiğimiz İran artık yeni partnerimiz mi oldu? Irak Kürt'lerini cezalandırma iştiyakımız İran'ın 'Pers yayılmacılığını' merkezi hükümetin 'Şii mezhepçiliğini' Esad'ın 'katliamcılığını' ikincil plana atacak kadar güçlü mü? Bu girdiğimiz yeni yolla Ortadoğu ve geniş Arap dünyasına olan erişimimizi teminat altına mı almış olduk? Ne yazık ki bu manzara dış politikada esnekliğin veya ustalığın değil, savrulmanın resmini ortaya koyuyor. Sabitesizliğin veya vizyon eksikliğinin. Zaten, bunun sonucu olarak dış politikamız elde var Katar toplamlı bir ittifaklar ağına sahip.
***
Halbuki, AK Parti'de genel başkan ve Başbakan değişimi sırasında, hükümet yetkilileri yeni dönemde dostların sayısının artırılacağının, düşmanlarınkinin de azaltılacağını salık veriyorlardı. Bu söylem zaten Türkiye'nin yeni dönemdeki dış politika tasavvurunu ortaya koymak için söylenmiş değildi. Hedef büyük oranda iç kamuoyuydu. Aktör değişimiyle bir dönem kapatılmak isteniyordu. Ve o dönemden hasıl olan bütün günah ve maliyetlerin o aktörün sırtına vurulması arzulanıyordu. Bunun bir sonucu olarak hem o aktör hem de o dönem geride bırakılmak isteniyordu. Yani bir devri sabık yaratılmak isteniyordu. Fakat gelinen nokta o dönemde söylenenlerin tam aksi bir resmi ortaya çıkardı. Dış politikada dost sayımız geometrik bir şekilde azalırken, düşman sayımızda aynı oranda arttı. Ne yazık ki dış politikamız iyi düşünülmüş bir vizyon ve güçlü kurumsal yapı üzerine inşa edilmeyince, iç politik kaygılar tarafından şekillendirilince, bugünkü sonuç mukadder oldu. Bu sıkıntıların muhafazakar ulusalcılığın dar ve dışlayıcı bakış açısıyla daha da akut hale gelmemesine mesai harcanmalıdır.
Ulusalcı(lık)ların sahip olduğu iç mantık örgüsünün eseri olarak Kürt milliyetçilerinin bölgedeki büyük resmi, uluslararası güçlerin bölge tasavvurlarını okuyamadığı ortada. Fakat Türkiye'de bazı çevrelerin gittikçe girdabına girdiği muhafazakar ulusalcılığın veya ‘dindar’ Kemalizminin de ülkenin iyi yönetim, toplumsal barış, demokratikleşme gündemiyle dış politika vizyonundaki ufkunu daraltıyor. Türkiye'nin iç politikasıyla dış politikadaki tartışmaların Kürt milliyetçiliğiyle muhafazakar Türkçülük veya ‘dindar’ Kemalizmin makasına sıkışması ne ülke, ne millet ne de bölge için bir hayır üretebilir. Yeni dönemde Türkiye’nin iç politikasında daha kapsayıcı bir millet tasavvurunu geliştirmesi ve dış politikasında da daha geniş bir ufku esas alması hem Türkiye'nin ulusal güvenliğinin hem de toplumsal dokusunun selameti için elzem gözüküyor. Velhasıl bu son kriz şunu bariz bir şekilde ortaya koydu: Türkiye’nin hem Kürt milliyetçiliğini hem de muhafazakar Türkçülüğü veyahut 'dindar' Kemalizmini aşan bir dil, siyaset ve vizyona olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissediliyor.