İdlib, Libya veya ‘yeni dünyanın’ hakikati...
İdlib’te, müsebbibinin Rusya ve Esad rejiminin olduğu insani bir trajedi yaşanıyor. Bu trajedinin yaşanmaması için Türkiye, Rusya nezdinde epey siyasal kredi ve diplomatik enerji harcadı. Yaşananlar, bu girişimlerin Rusya tarafından pek karşılık bulmadığını gösteriyor. Ayrıca son gelişmeler, Türkiye’de Rusya’ya dair inşa edilen söylemle Rusya realitesinin birbirlerinden ne kadar farklı şeyler olduğunu berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Son yıllarda, Batı’yla yaşanan her krizde, Türkiye’deki karar alıcılar ile medyadaki savunucuları yeni bir dünyanın kurulmakta olduğu ve Türkiye’nin de bu dünyadaki yerini alacağı söylem ve tezine sıklıkla başvuruyorlar (tabii ki bu dünya Arap Baharı’nın doğuracağı düşünülen dünyadan niteliksel olarak farklı). Aslında bu okuma, dünyayı Batı ve Batı-dışı ikilemi üzerinden okuyan bir anlayışın ürünü. Bunun Batı’daki iz düşümlerini aşırı sağcılar, milliyetçiler ve genel olarak kimlikçiler oluşturuyor.
Doğmakta olan ‘yeni dünya’
Bu tarz bir okuma, örneğin Türkiye’nin Batı-içi tartışmaların parçası olma veya oradaki tartışmalara öncülük etme opsiyonunu pek anlamlı veya gerçekçi bir seçenek olarak değerlendirilmiyor. Halbuki Libya krizi, hem Avrupa’nın farklı ülkeleri arasındaki politika farklılığını (ve hatta çatışmasını) hem de Türkiye’nin Avrupa veya daha genel anlamda Batı-içi tartışmaların başat bir aktörü olabileceğini gayet net bir şekilde ortaya koydu.
Yine aynı yaklaşım dünyanın eskisi kadar Batı merkezli olmadığı tesbitini dünyanın post-Batı bir evreye girdiği yorumuyla taçlandırmaya meyyal gözüküyor. Bu yorum ve yaklaşımlar da Türkiye dış politikasında alternatif arayışlar söylemine fikrî ve söylemsel bir zemin oluşturuyor.
Adı her daim açık bir şekilde zikredilmese dahi kurulmakta olduğu salık verilen bu ‘alternatif veya yeni dünya’ tahayyülünün merkezinde Rusya ile 21. yüzyılın dünyasında Uygurları toplama kamplarına dolduran Çin yer alıyor. Özellikle Rusya ile girilen yolun stratejik bir ortaklığa evrilmekte olduğu gibi abartılı tezler hem resmî yetkililer hem de yorumcular tarafından sıklıkla dile getiriliyor(du).
Doğum sancıları çeken bu ‘yeni dünya’nın, Türkiye’yi dış politikada ‘Batılı zincirlerinden’ azade edip daha otonom bir aktöre dönüştürdüğü veya dönüştüreceği söylemi sıklıkla dolaşıma sokuluyor. Şüphesiz Türkiye’nin dış politikasında Rusya ve Çin dahil olmak üzere küresel ve bölgesel aktörlerle daha yakın ilişkiler geliştirmesi isabetli bir stratejidir. Bu siyasetin devam etmesi gerekir. Fakat bunun hangi mantık ve ön kabullerle yapıldığı, geliştirilen yeni ilişkilerin Türkiye’nin dış politikada ne ölçekte etkin olacağını tayin ediyor. Son yıllarda Türkiye dış politikasında, Rusya başta olmak üzere farklı aktörlerle geliştirilen ve derinleştirilen yeni ilişkiler, Batı’yla olan ilişkilere ilave olarak değil adeta onların ikamesi şeklinde yapılıyor. Böylesi bir yaklaşım da bu ilişkilerden umulan etkinliğin daha sınırlı kalmasına yol açıyor. Dahası, bu şekilde kurulan yeni ilişkilerin İdlib örneğinde de gördüğümüz üzere Türkiye’yi dış politikasında çokça murat ettiği şekilde stratejik olarak daha otonom bir aktöre dönüştürmüyor. Tam aksine, bu ikameci dış politika tahayyülü Türkiye’nin dış politikasındaki stratejik sıkışmışlığını derinleştiren bir işlev görüyor.
Bu minvalde, hem İdlib krizi hem de Libya’da yaşananlar Türkiye’nin öncelikle bu krizlere dair ne tür opsiyonlara sahip olduğuna dair sahici bir değerlendirme yapması sonra da genel bir dış politika muhasebesine yöneltmesi gerekiyor.
Peki bu aşamada, Türkiye hem İdlib hem de Libya başlığında Rusya’yı dengeleyecek veya onu makas değişimine zorlayacak ne tür opsiyonlar geliştirebilir veya ne gibi opsiyonları bulunuyor?
Türkiye’nin opsiyonları
Birincisi; Türkiye, Rusya’nın izlediği stratejinin Moskova’ya maliyetini artıran bir siyaset izleyebilir. Türkiye, Rusya ve rejimin saldırılarına karşılık İdlib’e yaptığı askerî sevkiyat ve tahkimat ile halihazırda böyle bir stratejiyi zaten izliyor. Rusya ve Türkiye, öyle gözüküyor ki, İdlib’te birbirlerinin sınırlarını test ediyorlar. Ve bu politikanın bir yansıması olarak da ikisi de el yükseltiyor. Eğer İdlib’te bir ara formül bulunamazsa, tarafların karşılıklı olarak birbirlerine maliyet üretme siyasetinin hem coğrafyası hem de konu başlıkları daha genişleyebilir. Bunun yansımalarını Libya’da da Fırat’ın doğusunda da ikili ilişkilerde de görebiliriz. Sahada askerî tahkimat veya konsolidasyon siyasetini Türkiye sadece İdlib’te değil Libya’da da izliyor. Tabii ki Libya başlığını sadece Rusya perspektifinden okuyamayız. Buna karşın, Rusya’nın Libya’da öncelikli olarak Avrupa’yla bir süreç yürütmek istediği görülüyor. Nasıl ki Suriye aracılığıyla Rusya, Türkiye’yle ilişkilerini yeniden dizayn ettiyse, Libya üzerinde de Avrupa ile ilişkilerini yeniden formatlamak ve tanzim etmek istiyor. Bu resimde Moskova için Ankara, Avrupa girişimi başarılı olmazsa canlandırılması gereken muhtemel bir opsiyon gibi duruyor. Bu minvalde, Moskova’nın Türkiye ile Libya odaklı başlattığı girişimi sadece Libya’da yeni bir süreci başlatma adımı olarak değil, aynı zamanda Rusya’nın Avrupalıların iştahını kabartma girişimi olarak da okuyabiliriz. Fakat her iki kriz bölgesinde de Türkiye sahadaki askerî varlığını tahkim ederek muarızlarını bir pazarlığa zorlamak istiyor.
İkincisi; Ankara sahadaki askerî tahkimatı muhtemelen Moskova’yı yeni bir anlaşmaya zorlamak veya Astana/Soçi mutabakatlarını güncellemek için kullanacaktır. Burada özellikle Savunma Bakanı Akar’ın “güvenli bölge” çağrısı önem arz ediyor. Bu çağrı işlerin nereye evrilebileceğine de işaret ediyor. İdlib’te sahada yaşanan gerilimin Fırat’ın doğusuna benzer şekilde Fırat’ın Batısında da bir tampon bölge anlaşması doğurması güçlü bir ihtimal gibi duruyor. Böylesi bir adım krizi bir süreliğine donduracak ve taraflara zaman kazandıracaktır. Tampon bölge anlaşması (veya öncesinde yaşananlar) muhtemelen Esad’a İdlib’te istediği stratejik bölgelerin çoğunu verirken Türkiye’yi de bir süreliğine daha mülteci baskısından kurtaracaktır. Aynı muhtemel anlaşma İdlib’in demografisini büyük oranda Türkiye’nin bir sorununa dönüştürecek gibi gözüküyor. Zaten Esad rejimi İdlib’in stratejik lokasyonlarını istiyor, demografisini değil. İdlib’in mevcut demografisi ne kadar azaltılırsa veya ne kadar seyreltilirse, rejim için o kadar iyi olur. Suriye’deki iç savaş Suriye’de etkileri nesiller boyu hissedilecek devasa çapta bir demografik değişim ve mühendisliğe yol açtı. Bu minvalde, İdlib’in mevcut demografisinden arındırılması Esad’ın Suriye’ye dair sahip olduğu demografik tahayyüle uygun bir adımı teşkil ediyor. Dahası, bu adım, aynı zamanda İdlib’in fiili ve idari olarak bölünmesi anlamına gelir. Buna rağmen, böylesi bir tampon bölge veya daha doğru bir ifadeyle ‘no man’s land’ Türkiye gibi İdlib’ten gelebilecek bir mülteci dalgasından korkan Avrupa’nın da desteğini alır.
Üçüncüsü; Türkiye, Rusya’yı dengelemek için daha fazla Batı’nın desteğini almaya çalışabilir. Bunun da ilk emarelerini görüyoruz. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin Rusya eleştirilerini de Merkel’in Türkiye’nin Suriyeli mültecileri sınırın Suriye tarafında tutma projelerine finansal destek sunma açıklamalarını da bu minvalde görebiliriz. Bu açıklamalar önemli olmakla birlikte yeterli değil. Rusya ve rejimi mevcut politikalarından caydıracak nitelikte değil. Türkiye, İdlib konusunda muhtemelen Batı’nın daha fazla inisiyatif ve sorumluluk almasını isteyecektir. Özellikle ABD, buna karşılık olarak Türkiye’den S-400’ler ile Suriyeli Kürtler konusunda makas değişimine gitmesini talep edecektir. Bu başlıklarda bir ilerleme sağlanmazsa, Batı’nın desteği, Avrupa’nın mülteciler konusunda sağlayacağı finansal desteğiyle ABD’nin söylemsel desteğinin ötesine pek geçecek gibi durmuyor.
Libya başlığında ise Türkiye, Almanya ve İtalya başta olmak üzere Avrupalı aktörlerle güçlü kanallar inşa ederek Rusya’nın kendisini by-pass etmesine imkan vermemeli.
Hasılıkelam, Türkiye, İdlib ve Libya’da yaşananlara dair yaptığı ve yapacağı dış politika değerlendirmelerini ve muhasebesini sadece bu başlıklarla sınırlı tutmamalı. Ankara’nın daha genel ve daha esaslı bir dış politika muhasebesini yapmaya ihtiyacı var. Doğmakta olan ‘alternatif veya yeni dünyada’ yer alma söylemi ve bunu yapma şekli başta olmak üzere Ankara’nın son yıllarda dış politikaya dair sahip olduğu kabullerini ve tutturduğu rotasını tekrardan mercek altına alması gerekiyor. Dış politikanın sadece dışarısıyla alakalı bir mesele olmadığı bunun iç politik bir tahayyüle dayandığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, bu muhasebeyi ülkenin genel siyasetini kapsayacak şekilde daha kapsamlı ve esaslı yapması gerekiyor.