Avrupa - Türkiye - Ortadoğu: Kim dönüşüyor, kim dönüştürüyor?
Bulgaristanlı düşünür İvan Krastev'in "daha önce Avrupa'nın komşularını dönüştürmelerini ümit ederken, bugün komşuların Avrupa'yı dönüştürmelerini konuşuyoruz" ifadeleri Avrupa'nın son yıllarda aldığı yeni rotayı çok iyi özetleyen bir yargıyı temsil ediyor. Bu tespitin yerindeliğini birçok başlık üzerinden rahatlıkla test edebiliriz. Mültecilerden radikalizme, başarısız devlet deneyimlerinden ekonomik darboğaza kadar Avrupa'nın komşu bölgelerinde yaşanan meseleler Avrupa'daki siyasal manzarayı dönüştürüyor, toplumsal kaygıları çok ciddi manada kaşıyor.
Son yıllarda Avrupa'nın komşularına taşıdığı yeni ne bir vizyondan ne de dönüştürücü ilke ve normlardan bahsedebiliyoruz.
Bir dönem Avrupa'nın mücavir bölgelere yönelik geliştirdiği ekonomik veya siyasal yaratıcılığın eseri olan girişimler yerini reaktif, içe kapanmacı ve korkularla bezenmiş politikalara bırakmış durumda. Anı kurtarmak geleceği inşa etmeye öncelenmiş gözüküyor. Bu yeni yönelimin en açık göstergelerini sadece Avrupa veya AB'nin izlediği politikalarda değil, aynı zamanda kullandığı dilde de görüyoruz. Komşu bölgelerle ilişkilerinde demokrasi, insan hakları, iyi yönetim ve benzeri norm ve ilkeler Avrupalı siyasetçilerin söylemlerinde hızlı bir şekilde buharlaşıyor. Hatta Avrupalı liderlerin bu tutumunu resmî olarak hala AB'yle üyelik müzakere sürecinde olan Türkiye'ye yaklaşımlarında da görebiliyoruz. Büyük oranda sınırlı ve seçici bir insan hakları ve demokratikleşme söylemi kullanılıyor. Bunun etkisi de tabii ki çok sınırlı oluyor.
Komşular ve Türkiye'ye yaklaşımında dönüşüm kavramını büyük oranda istikrar kavramıyla ikame eden bir Avrupa var artık karşımızda. Tabii ki bu istikrarın da nasıl veya hangi zemin üzerine inşa edilmesi gerektiğine dair bir vizyon da ortaya konulabilmiş değil. Yine Avrupa'nın hem Türkiye hem de diğer komşularını reddiyesinde kimliksel kaygılar gittikçe artan bir şekilde normatif ve değersel gerekçelere daha ağır basıyor. Bu da ilişkilerin üzerinde inşa edilebileceği veya sürdürülebileceği değersel zemini de normatif referans noktalarını da tahrip ediyor.
Türkiye cephesinde de çok benzer bir resim göze çarpıyor. Avrupa'nın komşuları tarafından dönüştürülmesine benzer bir süreci de Türkiye yaşıyor. 2010-2011'den önce Türkiye'nin Ortadoğu'daki komşuları başta olmak üzere mücavir coğrafyasını tedrici bir şekilde dönüştürmesini tartışırken bugün Suriye başta olmak üzere Arap dünyasında yaşanan yıkımın Türkiye'nin iç ve dış politikasını şekillendirmesinden bahsediyoruz. Bu durumu en son Türkiye'nin İran'daki protesto dalgasına gösterdiği tepki biçiminde ve kullandığı dilde açık bir şekilde bir kez daha gördük. Türkiye, 2010-2011'de Arap dünyasında yaşanan değişim dalgasının ilham kaynaklarından birini oluşturup buna mukabil bir söylem kullanırken, Türkiye'nin İran'daki protesto dalgasına karşı kullandığı dil Arap Baharı'nın ilk evrelerinde protestoların hedefi olan Arap yönetim veya rejimlerinin dilini andırıyordu. Böylesi bir söylemsel değişim sadece Ortadoğu'da yaşanan bölgesel alt-üst oluşun eseri değil, aynı zamanda Türkiye'nin iç politikasında yaşadığı dönüşümün de bir sonucuydu. Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dair şekli unsurların dahi gün be gün tahrip edildiği iç politik dönüşüm...
Yani burada da umulanın tersi bir dönüşüm yaşıyoruz. Ortadoğu'nun daha fazla Türkiye'ye benzemesi hayalleri Türkiye'nin daha fazla Ortadoğu'ya benzediği bir hakikate yerini bırakıyor. Suriye iç savaşı sadece Türkiye'nin dış politikasını değil, iç politikasını da dramatik bir biçimde şekillendirdi. Ne yazık ki Ortadoğu'nun tarihsel bir yıkım ve dönüşüm sürecinden geçtiği bir evrede ne Türkiye ne de Avrupa bu sürece anlamlı bir pozitif katkı sunabiliyor. Hem Türkiye hem de Avrupa daha ziyade, bu sürece maruz kalmış ve bu süreç tarafından iç ve dış politikaları dönüştürülen iki aktörü temsil ediyor. Tabii ki farklı ölçek ve hızda.
Bu resmin bir sonucu olarak, özellikle Avrupalılar nezdinde Türkiye - Avrupa ilişkilerinde Türkiye'nin demokratik ve kurumsal dönüşümü vizyonu yerini Türkiye'nin Avrupa'ya demirlenmesi hedefine bırakmış durumda. Bu, ilişkilerdeki minimum noktasını temsil ediyor. Beklentilerin epey azaldığı, coğrafya gibi değişmez etmenlerin şekillendirdiği veya dikte ettiği bir ilişki biçimi veya sistematiğine işaret ediyor bu yaklaşım. İlişkilerin bu mahiyeti geçmişi geleceğin önüne koyuyor. Zaten hem Türkiye hem de Avrupa'da son yıllarda daha iyi bir gelecek vizyonu veya perspektifini vaat edemeyen siyasal elit, toplumlarına yeniden geçmişi pazarlamaya çalışıyorlar.