Ekmek arası kimlik
Küresel gelir eşitsizliği her geçen gün artıyor. Küçük bir grup, bizim adını bile bilmediğimiz yiyecekleri tüketerek sağlıklı ve steril bir hayat sürerken milyarlarca insan sağlıklı gıdaya erişemiyor. Aynı gezegende farklı dünyalar yaşanıyor, yoksulluk yeryüzünü kaplıyor.
Türkiye’de bu süreç çok daha hızlı ilerliyor. İktidarın 2018 yılından beri uyguladığı ekonomi politikası sınıflar arasında çok büyük bir uçuruma yol açıyor. 3 Merkez bankası başkanı ve 2 maliye bakanı eskiten bu yeni sistemde biz göz göre göre fakirleşirken çok küçük bir azınlık ise servetine servet katıyor.
Hükümet, TL’nin diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesini sağlayarak yabancı yatırımcıyı çekmeyi ve Çin modeli oluşturmayı amaçlıyor. Bu sistemde sermaye içindeki bir grup servetini büyütürken emeğin değeri azalıyor.
2018 yılının başında 3.78 olan Dolar/TL kuru bugün 19.47 oldu. Artık maaşla bir ev veya araba almanın imkansız olmasını çoktan geçtik. Maaşla kira ödemek bile her geçen gün daha zor bir hale geliyor. Milyonlarca insan ay boyunca alın teri döküp emeğinin karşılığında kazandığı üç kuruşu, temel bir ihtiyacı olan barınma ihtiyacını karşılamak için ev sahibine veriyor.
Lüks tüketime dönüştüğü için kıyma fiyatları artık bir gündem bile değil. Tavuk etinin, soğanın, patatesin, suyun, ekmeğin, sütün, yumurtanın fiyatlarını konuşuyoruz bir araya gelince.
Bu korkunç pahalılığın, iktidarın yeni ekonomi modelinin bir sonucu olduğunu da neredeyse herkes kabul ediyor. Saygın ekonomistler mevcut ekonomi politikasının bizi bugünlere nasıl getirdiğini verilerle anlatıyor, işin o kısmını onlara bırakıyorum. Başka bir yere vurgu yapmak niyetindeyim.
Bugün milyonlarca insan sağlıklı beslenemiyor. Karnını doyurmak için her şeyi ekmek arası tüketiyor. Riskli yapılarda, eski ve çirkin binalarda yaşamak zorunda kalıyor. Peki barınma ve beslenme krizinin ortasında seçime giden Türkiye ne konuşuyor?
İki yapay kavga, iki sahte tartışma, iki büyük palavra:
İlki kimlik.
2017 yılında geçtiğimiz başkanlık sisteminden sonra Türkiye’de solun asla iktidar olamayacağı ve bu sistemle sağın her zaman seçim kazanacağı iddia ediliyordu. Ancak kısa bir süre sonra sağ ve solun o kadar keskin bir ayrım içinde olmadığı anlaşıldı.
Tam bu aşamada elimizdeki çok temel bilgilere göz atmakta fayda var. Seçimde rekabet eden iki ana blok var. Büyük Birlik Partisi, Demokratik Sol Parti, Yeniden Refah, HÜDAPAR, AK Parti, MHP ve ulusalcıların desteklediği Cumhur İttifakı bir yanda. CHP, İYİ Parti, DEVA, Gelecek, Saadet ve Demokrat Parti’den oluşan Millet İttifakı ise diğer yanda. İki ittifakın bünyesinde de aynı ideolojilerin farklı fraksiyonları bulunuyor. İki ittifak sağ/sol, seküler/muhafazakar gibi ayrımlarla bölünmüyor; iki ittifak arasındaki farkın kimlikle hiçbir ilgisi yok.
Bekir Bozdağ’ın ima ettiği gibi bu seçim şampanya patlatacaklarla şükür namazı kılacaklar arasında geçmiyor. İki blokta da seçimin sonucunu farklı şekillerde kutlayacak gruplar bulunuyor.
Kimliğe dair olduğu iddia edilen tartışmaların ne kadar temelsiz ve tutarsız olduğunu son iki yazımda daha detaylı işledim. O yüzden bu yazımda ikinci konuyu vurgulamak isterim. Gündemdeki ikinci konu güvenlik.
Devletin kurumsal bir hafızaya/akla sahip olduğunu ve son yıllarda terörle mücadelede büyük bir başarı kazandığını söyledikten hemen sonra yalnızca bir iktidar değişimi ile güvenlik krizi yaşanacağını iddia etmek tutarsızlıktan başka nedir? Terör örgütleri ve dış güçler, meşru bir siyasetçinin seçimle göreve gelmesi ile bir ülkeyi ele geçiremez elbette.
Eğer aksi olsa, hepimizin güvenliği bir seçimin sonucuna kalsa, 21 yıldır ülkeyi yöneten iktidar büyük bir güvenlik zaafiyeti oluşturmuş olmaz mı? Bu çelişkili iddiayı dillendirenlerin biraz mahcubiyet duyması gerekmiyor mu?
Türkiye’nin güvenliği yalnızca bir adayın seçimi kazanmasına kaldıysa vay halimize. Güvenlik güçlerinin ve yargının konusu olması gereken terör nasıl siyasetin konusu olabilir?
Hepimizin güvenliğini tehdit eden teröristler nasıl sokakta elini kolunu sallayarak gezebilir ve hatta siyaset yapabilir? Bu tuhaflık karşısında küçük dilimizi yutmamız gerekmiyor mu?
Emniyetin tam kadro çalıştığı seçim gününde; teröristler kapılarına gönderilen seçmen kağıtlarını alıp adresi, okulu, sınıfı belli sandıklara gidip oy kullandıktan sonra elini kolunu sallayarak evine dönebiliyorsa vay halimize!
Peki hiçbir inandırıcılığı olmayan ama sabahtan akşama kadar tekrarlanan bu iddialar neden gündemde?
Çünkü artık ekmeğin arasına koyacak hiçbir şey kalmadı.
Çünkü kimliği ve güvenliği konuşmayı bırakırsak konuşacağımız ilk şey ekonomi olacak. Normal bir ülkede olması gerektiği gibi.
Türkiye’yi normalleştirmek için bu akıl dışı iddialara prim vermeden ekonomiye odaklanmak gerekiyor.
Bu sayede iki aday da ekonomiyle ilgili daha fazla konuşmak zorunda kalır. İçine düştüğümüz bu büyük krizden nasıl çıkacağımızı daha detaylı anlatmaya çalışır. Halkı ikna edebilmek için daha cömert davranır ve cesur hamleler yapar.
İki adayı da daha fazla zorlamalıyız. Seçim sonuçlanana kadar kimin kazanacağını kimse bilmiyor, bu halk için fırsattır. Olası iki senaryoda da halkın çıkarlarını artırmak için siyaset üzerinde baskı kurmalıyız.
Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu, mevcut krizden çıkışla ilgili planlarını aşama aşama anlatıyor. Daha fazlasını istemeli ve mümkün olan en hızlı çözüm için baskı kurmalıyız.
Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan, şu anda bir ekonomik kriz içinde olduğumuzu ne yazık ki kabul etmiyor. Kabul etmesini ve şu anda uyguladığı modeli acilen terk ederek yeni bir model önermesini sağlamak için uğraşmalıyız.
Bugün dayatılan bu yapay tartışmalar seçim günü bitecek, ertesi gün kahvaltı yaparken buzdolabını açınca buz gibi gerçekle yüzleşeceğiz. Yapay tartışmaları çöpe atıp ekonomiyi masaya koyalım. Seçim döneminde alabileceğimiz kadar çok söz almaya bakalım. Ekmek arası kimlik kavgası ile karın doymuyor.