Âmâk-ı Hayal
Birkaç hafta gezdiğim gördüğüm yerleri yazacağım demiştim. “Hayalin derinliklerine yolculuk”la devam edeyim. İstanbul’dan yola çıktıktan altı saat sonra bir edebiyat şaheseri olan Âmâk-ı Hayal’in yazarı Ahmet Hilmi Efendi’nin memleketi Filibe’deyim. Sekiz milyon nüfuslu Bulgaristan’da.
“Âmâk-Hayal’i hakikat aşkıyla yanan, akılla kavranamayacak konuları merak eden insanların zevkle okuyacağı kanaatindeyim.” Filibeli Ahmet Hilmi kitabını bu cümlelerle takdim ediyor. Ve şunları söylüyor: “Okuyucularımıza sunduğumuz bu hikâyeler (bunların hikâye olup olmadığı iyi düşünülmelidir) eğer beğenilirse kendimizi bahtiyar sayacağız. Zirâ bu kitaba rağbet edilmesi, insanların ciddi meselelerle ilgilendiğini göstermesi bakımından çok önemli.” Daha ne söylesin!
***
Osmanlı döneminde dini ve siyasi merkez olan Filibe’de yüzlerce cami, medrese, han ve hamamdan geriye çok az sayıda eser kalmış. Şehirde ilk dikkatimi çeken şey, apartmanlar; Komünist binalar. Kutu gibi. Toplu taşım işi Komünist zamanların hatırası. Troleybüs ve tren.
Romanların yaşadığı mahalledeyim. Uzaktan bir minare görünüyor. Heyecanlandım. Tatlı Türkçe aksanlarıyla Türkiye’yi ve Bulgaristan’ı konuşuyoruz. Onlarca çocuğun ortasında buluyorum kendimi. Süper Roman çocukları nasıl anlatayım ki! Yanlarından ayrılırken içlerinden birinin “Allah sevgisini versin sana abe” diye bağırması kulaklarımda hâlâ.
Bir şehri asıl ele veren şey sokakları. Ben de merkezden dar sokaklarına doğru süzüldüm şehrin. Bir Osmanlı mezarlığı çıkıyor karşıma. Burada Şıpka ve Balkan savaşlarında şehit olan birçok asker bulunuyor. Sadece orada yer alan mezar taşları bile büyük Türk dünyasının “tapu senedi” gibi duruyor. Sonra gün boyu dolaştım, çarşıyı pazarı gezdim adım adım. Bizimkilerle (Türk, Roman, Pomak) konuştum uzun uzun. Genç yaşlı Bulgarların gözlerinin içine baktım. Bir ışıltı yok gözlerinde. Neşesiz çoğu. Bizimkiler neşeli gözüküyor. “Biz müslümanız”, “iyiyiz,” “güzeliz biz” diyorlar. “Türkiye, anavatanımız” diyorlar.
H H H
Ha, bir de Bulgarcada o kadar fazla sayıda Türkçe kelime olduğunu/kullanıldığını bilmiyordum. Binlerce kelimeden söz ediliyor. Onlardan aklımda kalanlar; çorba, sabah, kapı, bayrak, defter, düşman, yazık, akıl, şeytan, aptal, deli, sevgi, bayram…
***
Pirmovay ilçesinde bir Cuma namazı… İmamımız bir Pomak. Hutbe ilginç. İmam Türkçe bir cümle söylüyor hutbede, sonra Pomakça tefsirini yapıyor. Yan tarafta Romanlar var, kendi aralarında konuşurken birbirlerine Çingene diyorlar ama dışarıdan Çingene diyenlere yan yan bakıyorlar. Biraz konuşunca anında Türk diye takdim ediyor kendilerini. Sonra hepsi “Türküz biz” diyorlar.
Vidin’e gitmek istiyorum. Botevgrad, Vratsa, Montana ve Lom şehirleri geride kalıyor. Bulgaristan’ın son noktası, Tuna’nın kıyısında, Vidin’deyim. Burada da dikkatimi çeken ilk şey Komünist dönemden kalma fabrikalar. Demokrasi çare bulamamış fabrikaların kapanmasına. Daha çok yaşlı amcalar ve nineler gözüküyor yollarda, genç yok. Göç etmişler. Nüfusu kırk bin, az sayıda Müslüman var. İnsanlarda neşe yok. “Kara kuvvetleri komutanı” Roman dostlarımızda var neşe.
Zamanında hakiki bir Türk şehri ve onlarca cami, medresesiyle dini merkez olan Vidin’de şimdi sadece bir cami açık. Yirmi kişilik cemaati var onun da. Şimdi geriye kalan bir Türk kalesi, bir askeri kışla, Osmanlı eseri şehre giriş kapıları ve işte sekiz on konak… Ve geride dağlar kadar hüzün... Yakıp yıkmışlar Türklük, Müslümanlık adına ne varsa. Caminin Roman imamı Salih’i ve hiç dua filan bilmeden “Müslüman olmaya çalışıyorum” diyerek bizimle namaz kılan 75 yaşındaki Bulgar Lyudmil Amca’yı unutamam. “Ben Türküm, Bulgarı da sevmem” diye konuşuyor.
***
Plevne’ye yelken açıyorum. Yol boyunca büyük küçük, birbirinden güzel Roman köyleri sıralanıyor. Konuştuğum köylüler Müslüman olduklarını ve dua bildiklerini söylüyorlar. Bırakınız Cuma namazını, yıllardır bayram namazının bile kılınmadığı köyler… Bir tek cenazelerini İslami usullere göre defnediyorlar, o kadar. Son yıllarda bazı köylere mescit açılmış. Gönlüm Roman köylerinde, çocuklarında kalıyor ama aklımda Plevne var.
Şânı büyük Osman Paşa’yı da yazarım nasipse.