Tamburî Aziz Bey’in hüzünlü öyküsü
Hata, sönmeyen bir ateş! Bir kıvılcım gibi sıçramayagörsün insana, yakıp kül eder. Kül eder de koru hiç sönmez, yürekte arada bir parlar, yakar. Gözlerinizi kapatırsınız film şeridi gibi peş peşe sahneler, sonra sesler sökün eder… Mazi bir kader gibi bizi takip eder demişti galiba Tanpınar. Küçücük bir çağrışım sinir uçlarını titretiverir, hafıza denen barajın duvarları yıkılır, sular taşar, sel olur da hatıraların altında kalır insan.
Ayfer Tunç’un “Aziz Bey Hadisesi” (Can Yay., 2022) adlı uzun öyküsünü okuyup bitirince geldi aklıma bunlar. Yazarı karşımda olsa “Yani şimdi sırası mıydı o keder selinin sürüklediği, karşılıksız bir aşkla taa Lübnan’a giden, o hassas, içli, tükenmiş Aziz Bey’i cansız bir hüzün külçesi gibi önüme bırakmanın?” derdim. “Yanılgılarla dolu bir ömür…” (s. 9) diyor Ayfer Tunç onu anlatırken, sonra yine “şiddetle yanılmış” ve tekrar “hayatı zaten tümüyle yanılgıymış.” (s. 12)… Yanılgı, tamburî Aziz Bey’in hayatını özetleyen en iyi kelime. Hayatını kül eden, bir ‘aşk yanılgısı’ değil mi? Maryam’ın aşkıyla hiç bilmediği bir ülkeye giden ve sonra gerçeğin sillesiyle yere kapaklanan İstanbul’un içli ve uçarı çocuğu…
Elbette kaçamaz kimse yanılgıdan. Herkes, mutlaka bir hata okuna dûçar olur. Sonra?.. Sonrası Aziz Bey işte. O da bir zamanlar filinta gibi bir İstanbul delikanlısıymış, yakışıklı ve uçarı… Cemal Süreya’nın “Türkü” şiirindeki gibi “Bir sürü çiçek…/ Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış”
Ya sonra?.. Maryam! Onu kalbinden vurup taa Lübnan’a kadar çeken, ucuz otel odalarına, meyhanelere, tambura bağlayan, lâkin ardından bir gölge gibi kayboluveren Maryam!.. Refik Halit’in “Sürgün”ünü hatırladım nedense öykünün o kısmını okurken. Tıpkı Karay’ın anlattığı o dayanılmaz ‘gurbet acısı’ hüzünlü şarkılar eşliğinde yüreğimi yaktı. İnsanın dramı bir kapıyı vurup camlar kırılınca başlıyor. Aziz Bey’in kırık hayat hikâyesi de öyle.
Elleri sodalı sularda, çamaşırda, içinde kimseye açamadığı duygularla dolu gamlı bir kadındır annesi. Ve çatık kaşlı, huysuz, onurlu, inatçı “hep bir hayat gailesi, hep bir dik durma gayreti” içinde bir baba (s. 13). Oğullar, dövüşüp dövüşüp sonunda yine de babalarının kaderlerini mi yaşıyorlar ne? O da farkında olmadan çatıştığı babası gibi olacak çünkü sonunda. Meselâ musıkî kültüründen, zevkinden, âdâbından, meşkten anlamayan yozlaşmış, türedi zümreye hiç ödün vermeyecek, “musıkîyi sarhoşların eline verilen bir oyuncağa” (s. 43) çeviren zihniyete daima karşı çıkacak. Yeri gelmişken, artık kapanan bir devrin ve giderek kaybolan musıkişinasların bir örneğini canlandırır Aziz Bey’le Ayfer Tunç. Yeri düştükçe zevksiz, eğlenme âdabından, musiki kültüründen yoksun, “gürültücü”, “Kulaklarının hiç alışık olmadığı ağır, oturaklı şarkıları” (s. 67) dinlemeyen, “sadece gülüşüp konuşarak hızlıca rakı içen” (s. 67) yoz bir kuşağı da ifşa eder. Aklıma Behçet Necatigil’in “Edebiyat Matinesi” şiiri geldi Aziz Bey çalarken. Onu Necatigil’in şiirinde, sanattan-edebiyattan anlamayan bir görgüsüz güruha kalbini açan içli şaire benzettim. Ama hiç yeri midir? “Hiç yeri mi açmak kalbi/ Bu çiğ ışık altında”…
Aziz Bey, nasıl zamanla memnuniyetsiz, huysuz ve inatçı babasına benzemiş, “Hiç farkına varmadan babası olmuş[sa]” (s. 64), evlendiği Vuslat Hanım da solgun sesi ve yorgun adımlarıyla sanki bir köşeye atılıp unutulan ve hayata mutsuzca veda eden annesi gibidir.
Tamburi Aziz Bey’in, biraz da kaybolan İstanbul’un, giderek sesi kısılıp unutulan bir musikinin, o kültürün üzerinde tepinen hoyrat bir zevkin, tutkulu bir aşkın hikâyesini anlatıyor Ayfer Tunç. Eski şarkıların eşliğinde, huysuz babalar, asi ve mağrur oğullar ve mutsuz kadınlar geçiyor sahneden…