Ömer Erdem’in gördüğü Sezai Karakoç
Edebiyatımızda da var böyle zihinsel konfor forum’ları. Bu ‘forum’ların kendilerine özgü ikonları var mesela, hatıralar, anekdotlarla süslenen menkıbeleri, kalıplaşmış dilleri ve üslûpları… Böyle bir daireye hapsolan bir zihinden, özgün fikir çıkmaz. Rehavet zihinlerin ana vasfıdır. Nitekim Ömer Erdem de “Kitleler çok bileşenli yapılarıyla her tür özgünlüğü yok ederler.” diyor “Günler Çözüldükçe”de (s. 120).
Bir de cins kafalar vardır, zihinleri ele avuca gelmez, oradan oraya sıçrar, aniden parlar, elektrik gibi okuru çarparlar.
Ömer’de de zaman zaman parlayan, sıçrayan bir zihin var; zaten zihin sürekli sıçramaz. Ama geleneğin o görünmeyen baskısı, kabına sığmayan, uçmak isteyen zihnini ve ‘aykırı bir potansiyele sahip dil’ini susturuyor kimi kez. Sezai Karakoç’ta da mı vardı bu acaba? Yaşadığı dilsel/ şiirsel yalnızlık, biraz da muhatap kitleye ‘yabancı’ gelmesinden ve “konuşup tartışabilecek yakın [bir] entelektüel çevreden yoksun…” olmasından dolayı mıydı? Veya şiiri için didaktik bir risk olan davayı önceleyip, içinde devinen şiirsel yükü zaman zaman kırpmasının nedeni, kendisini okumakta ve anlamakta geciken çevre ve toplumsal şartlarla mı ilgiliydi? Erdem’in aktardığı, “Bizim şartlarımız davayı sahiplenmeyi gerektiriyordu. Bugün baktığımda bazı fazlalıklar, seyreklikler görüyorum yazdıklarımda.” (s. 49) cümlesinin ardında ben biraz da bunu görüyorum.
Ömer Erdem’in Sezai Karakoç hakkında yazdığı “Günler Çözüldükçe”den (Everest, 20224) bahsediyorum, evet!.. Ömer, şair ikonlaştıkça şiirin kaybolduğunu bilir. Bundan dolayı da ‘forum’un diline yaslanmaz. “Günler Çözüldükçe”de de kendini o zihin konforundan uzak tutarak ele alıyor Karakoç’u. Her ne kadar şiirlerin yanına birtakım tanıklıklar iliştirmişse de bir anı değil eser, öyle okunmamalı. Çünkü amacı anılarını nakletmek değil, şiirlerine dair yorumları, tespitleri anılarla pekiştirmek ve şairin görülemeyen karakterine dair ipuçları vermek.
Düzyazılarındaki ideolojik söyleme ve bir parti kurmasına rağmen kitleye hitap eden bir ‘lider/ kahraman’ değildir Sezai Karakoç. Dıştan çok, içe/ içine dayanır, şiirlerinde -bir davayı dile getiren dizelere rağmen- o içe dönük ve duygusal mizaç kendini daima hissettirir. Erdem, yer yer bu konuda dikkate değer tespitler yapıyor; şairin “Kitlesel heyecanı kamçıla[yacak]” (s. 32) bir mizacı olmadığını, bu bakımdan Âkif’ten de Necip Fazıl’dan da farklı olduğunu belirtiyor.
Ömer’in denemelerinde ani, zihinsel sıçrama ve parlamalar, özgün tespitler var demiştim ya… Bu kitapta da rastlıyoruz buna, özellikle kimi şiirler ve dizelere ilişkin yorumları dikkate değer. Bu sıçramalar, okurun zihninde de aydınlanmalara yol açıyor. Birkaç örnek vereyim: “Oysa ‘Ping Pong Masası’ gösterdikleri kadar duyurdukları ve asıl sakladıklarıyla büyür.” (s. 42), “… modern şiir artık kitlesiz şiirdir ve kitlesizlik bir değer ölçütü değildir.” (s. 71), “Teyakkuz her hâl ve şartta Sezai Karakoç’u tanımlayan hallerden biridir.” (s. 88). Bence şüphecidir de…
Erdem’in dikkatli zihninin tespit ettiği şu dizelerle sarsıldım: “Suyu arayan adam değil/ Suyun aradığı adam ol sen de…” Sonra hızla aklımdan Fuzuli’nin “Su Kasidesi” geçti. Ardından “Acaba şiirin dünyasından düşen/ düşürülen kitleler, ‘suyun aradığı adam’ metaforunu tam idrak edebilirler mi?” (s. 123) diye soruyor. Kitleler, kendine uygun ikon veya ‘su’ arıyor Ömer, kim anlar “suyun aradığı adam” metaforundan?..