Neşati’nin aynası
Geçen hafta Neşati’nin bir gazelinden örnek vererek insanın kendi masalını yıkması ve mahiyetini idrak etmesi üzerinde durmuştum.
Önce şunu belirteyim: Tasavvufa göre insan, küçük harfle bir ‘varlık’tır; ama Varlık’tan, Birlik’ten tecelli eden bir varlıktır. Mahiyeti budur. Ancak bunu idrak etmek, mahiyetini görmek, kendini bilmek -aslında kendini değil Varlık’ı bilmek- bir keşif, bir aydınlanma ve kemâl sürecine bağlıdır. İsmet Özel’in “Herkes kendi masalını yıkmalıdır” cümlesindeki masal, insanın mahiyeti ile zuhur ettiği Varlık arasına ördüğü duvar ya da çektiği perdedir; yani vehim. Zihin ya da kalp, -mecazen kavrama, bilme, keşfetme aynası- İsmet Özel’in deyişiyle masalla, vehimle bulanıklaştığında, kendini, dolayısıyla tecelli ettiği Varlık’ın mahiyetini anlayamaz. O hâlde idrak mekanizmasının, -Klasik Türk şiirinde kalbin- yani aynanın pâk olması gerekiyor.
Beyte geçmeden önce Neşati’den konuyla ilgili bir rubai nakledeceğim:
“Bir âyîne kim olmaya pür-tâb u cilâ
‘Aks eyleyemez anda nükûş-ı eşyâ
Mir’ât-ı dil ammâ ne kadar sâf olsa
Eşkâl-i süver anda olur nâ-peydâ”
Sonraki beyti açıklayabilmek için bu rubaiye ihtiyacım var. Önce ilk iki mısra: Eğer bir ayna/ kalp, cilalı, parlak ve temiz değilse -hatta burada Tanrı’nın Nur’u ile aydınlanmamışsa da diyebiliriz- ona eşyanın nakışları yansıyamaz. O hâlde ilk şart belli; idrak mekanizmasının, kalp veya zihin aynasının pâk olması gerek! Fiziksel olarak da ışık/ Nur lâzım. Çünkü karanlıkta ayna yansıtmaz. Burada biraz nefeslenip Neşati’nin söz konusu beytine dönebiliriz:
“İtdük o kadar ref‘-i ta‘ayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânuz”
Önce “ref-i taayyün etmek ne demektir?” sorusuna cevap vermek gerekiyor. Çünkü bu soruya cevap vermeden beyti anlayamayız. Bu ise bizi tasavvuftaki ‘taayyün veya tecellî’ kavramına götürür. Tasavvufta varlığın görünürlüğü/ tecellisi ve zuhuru, “la-taayyün (belirtisizlik, görünmezlik, ebedi sükûn, süreksizlik), taayyün-i evvel (görünme, belirme, Allah’ın tüm yaratılmışlarda tecellisi, zuhuru), taayyün-i sani (farklılaşma, ayrışma, belirme) gibi bir dizi evreyle açıklanır. Böylece Tanrı, tüm yaratılmışlarda tecelli eder. Neşati’nin söz konusu beytindeki “ref-i taayyün etmek”, ancak masalı, vehmi, aynaya düşen lekeyi temizleyip, gerçek mahiyetini görünür, belirli kılmak, özünü bilmek; tasavvuf diliyle söylersek, tecelliyi keşfetmekle olur. Tam burada şairin rubaisine tekrar dönmek gerekiyor. Son iki mısra söylediklerimi ve Neşati’nin gazelindeki “Âyine-i pür-tâb-ı mücellâda nihânuz” mısraını da açıklıyor:
“Mir’ât-ı dil ammâ ne kadar sâf olsa
Eşkâl-i süver anda olur nâ-peydâ”
Gönül aynası, idrak mekanizması ne kadar temiz olursa, maddenin biçimleri aynada o kadar görünmez olur. İlk bakışta bir tutarsızlık var gibi geliyor ama, hayır! Kalp ya da zihin, vehimden ne kadar arındırılırsa, aynada suret yok olur, asıl Varlık; yani görünmeyen, tecelli eden idrak edilir. Şimdi Neşati’nin gazelindeki son mısraya gelebiliriz:
“Âyine-i pür-tâb-ı mücellâda nihanuz”
“Âyine-i pür-tab-ı mücellâ”, Allah’ın tecellisi ile aydınlanan -tasavvuf diliyle söylersek nurlanan- ayna/ kalp demektir. Şair, o nûr ile tecelliye mazhar olmuş, bu nedenle aynada sureti kaybolmuş, gerçek Varlık’a eklemlenmiş, fena bulmuştur, Mevlâna’nın deyişiyle “Sûret, sûretsizlik, yâni mana âleminden zuhur et[miş] ve yine oraya git[miştir].” Şeyhülislâm Yahya da aynısını söylüyor; “Mir`ât-i dil-i pâküni âyîne-i zât…” etmiş, pâk kalp aynasını Zat’ın aynası kılmıştır.
İdrak, böylece kendisinin gerçek mahiyetini keşfetmiş, kendini bilmiş, kartondan kalesini yıkmıştır.
Ama zordur! Çünkü -yine İsmet Özel’den ve biraz değiştirerek “İnsanlar / hangi dünyaya [bakıyorlarsa], öbürüne [kör]”dür.
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında