Kategorizasyona tâbi zihinler

Türkiye’de zihinler, hangi inanç ve görüşte olurlarsa olsunlar, genelde ilerici-gerici, modern-gelenekçi, dindar-ateist vb. kategorilere tâbi olarak çalışıyor ve insanları da bu kalıplar doğrultusunda bir çekmeceye yerleştirme eğiliminde. Bu, kanaatimce dönemin, toplumun ya da bireyin sosyal, psikolojik şartlarını göz ardı eden, tekâmüle ya da değişmeye karşı çıkan mutlakçı/ sabitleyici, hatta mahkûm ve mecbur edici bir bakıştır. Oysa yaratılmış hiçbir varlık başta ve sonda aynı değildir. Tam da burada Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”sindeki;

“Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa

Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı”

dizeleri aklıma geldi. Herkes baksın kendisine, başlangıçtaki gibi mi? Durumumuz başta ve sonda farklı değil mi? Zamanın koridoru içinde fiziksel, ruhsal, düşünsel ve duygusal olarak değişmiyor muyuz? O hâlde neden bu kategorize etme eğilimi?

Bu eğilimden maalesef eli kalem tutanlar da kaçamamıştır. Hatta kategorizasyonun yayılmasında onların payı büyüktür. Ülkemizde ölçüler de aşağı yukarı belli olduğu için insanları bu ölçülere göre ölçüp biçer bir çekmeceye koyar ve bir daha o çekmeceden de hiç çıkarmazlar. Meselâ Cemil Meriç ya da Kemal Tahir, o şemalara uymaz aslında. Aykırı ve cins kafalar, özgür zihinlerdir, hakikatin peşinde zihinleri oradan oraya sıçrayabiliyor, öğrenilmiş bilgileri hallaç pamuğu gibi atabiliyor, eleştirebiliyor, soru sorabiliyorlardır. Ama hayır, mutlakçı zihinler, onları da dindar-ateist, ilerici-gerici, mufazakâr-çağdaş, lâik-antilâik vb. kalıplar dahilinde bir hücreye hapsediverir. Oysa gerçek bir aydının zihni, sadece hakikati bulmaya odaklıdır, bu nedenle sabit bir yerde durmaz, arayış yolunda birçok durağa uğrar, hatta zıt uçlarda da dolaşabilir.

Bu söylediklerim, Ahmet Hamdi Tanpınar için de geçerli. Özellikle ilerleme ve modernleşme konusundaki düşünceleri itibarıyla zikrettiğim ‘öğrenilmiş kalıplar’a -öğretilmiş demek daha doğru- uymaz. Örneğin Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “çağdaş, lâik, ilerici kalıplar”la çalışan zihinler, Türk modernleşmesinin “muazzam bir karikatürü”, dolayısıyla eleştirisi karşısında zaman zaman afallar, hatta roman kahramanlarından Dr. Ramiz’in söylediği “Bakın etrafa, hep maziden şikâyet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun manası nedir? Bir baba kompleksi değil mi? Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz? Şu Etilere, Frikyalılara, bilmem ne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka bir şey mi?” (SAE, s. 114) sözlerine kızanlar bile çıkar. Hele meselâ “Yaşadığım Gibi’deki “Asıl Kaynak” başlıklı yazısında “1923’te başlayan tasfiye”de “İçimizde yaşayan bu yarı ölü hayat şekillerini, yeni terkipte fonksiyonu kalmamış bazı müessese artıklarını hayatımızdan çıkarınca birdenbire onu büyük hakikatinde görmeye başladık. Bugün her tarafta haklı bir mazi saygısı başladı.” (s. 41) sözleri hiç hoşlarına gitmeyebilir. Çünkü Tanpınar, o öğretilmiş kalıplara uymaz, “ne o ne o”dur, zamanın “ne içinde ne dışındadır”, maziperest değildir, ama mutlakçı bir modernleşmeci gibi geleneği/ maziyi ilerlemeye engel görmez, toptan reddetmez. Örneğin “Bir yandan tarihî zaruretlerden kudret alan bir irade ile Garb’a gittik, öbür yandan hakikî cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarını kapatmak imkânsız olan bir mazinin sahibiyiz.” (YG, 40) der. Doğrudur, tarihi zaruretler bizi Batı’ya götürmüştür, ama öte yandan hakiki vasfıyla konuşmaya başladığında -tıpkı Muvakkit Nuri Efendi gibi- sesine kulaklarımızı kapayamayacağımız bir geleneğe/ geçmişe de sahibiz.

Bu örneklerden kimileri yine bir şeyler çıkaracaktır eminim. Ama Tanpınar maziyi, Osmanlıyı da yüceltmez. Bakın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün özellikle ilk iki bölümüne, miskin, Seyit Lütfullah gibi hurafelere dalmış, gerçeklerden kopmuş, kahvehane köşelerinde kendi âlemlerinde realiteden kopuk bir cemiyet göreceksiniz.

Hasılı meselelerimiz, öyle öğretilmiş kalıplarla, şematik bakışlarla, mutlakçı beyinlerle çözülemez. Bundan vazgeçmek zorundayız!

Tanpınar’ın “Mahur Beste”sinde böyle kategorizeye sabitlenmiş zihinlere söylenebilecek bir konuşma vardır. Şöyle:

“Şark öldü diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu.”

Hiçbir toplumsal olaya, tarihe, değişmeye; dolayısıyla modernleşmeye, gelenek-modern çatışmasına böyle bakılmaz. Yani dün dündür diyemeyiz, çünkü “Asıl yaşaması lazım gelen ölmez. O bizim hayatımızdır, o değişir. Değiştikçe de yaratır.”

YORUMLAR (15)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
15 Yorum