Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u...
Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”unun en önemli sorunu bu işte: Çağrılmamak! Varlığın bilinmeme, onaylanmama, dolayısıyla değer verilmeme ıstırabını şair, “Daha hiç çağrılmadım/ Biri olsun ‘Yakup!” diye seslenmedi hiç/ Yakup/ Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım”, “biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben”, “Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup” şeklinde dile getirir. Adsızlık, çağrılmama, büyük bir varoluş ıstırabıdır Yakup’ta, bir tür değersizleştirilme ve ötelenme!
Oysa biri adıyla çağırsa, Yakup dese, içindeki “durgun ve çürük bir suyu” düşürecek, ceplerindeki “eskimiş kâğıt parçalarını” atacaktır. Ama hayır onu kimse Yakup diye çağırmaz, onun için “Çağrılmayan”dır. Sade çağrılmayan mı? Hayır! Belki de çağrılmadığından kendisi dahi kim olduğunu karıştırır bazen; “Ben yani Yusuf” der dalgınlıkla… Ötelenmenin, dışlanmanın, değersiz kılmanın doğurduğu bir kimlik bunalımı. Bu değersizlik duygusuyla “bütün ilgiler sizin olsun/ Her türlü bir şeyler sizin olsun…” der kahırlanır. Şiire bir ‘karamsarlık’ çöker, mekâna bir sıkıntı siner; evler çürük ve sonsuz kayalardır, yollarda “ölü baykuşlar” vardır, “Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı”dır, dünya “alevler hâlinde”dir. Yakup’un sıkıntısı esenliksiz mekân tasvirleri şeklinde dünyaya yansır. Şiirde taş merdivenler -ki vıcık vıcık ve anlamsız bir yığın taştır- o ötelenmiş Yakup’la kurbağalar/ kalabalıklar arasındaki köprüdür. Yakup ayaklarını o taşlardan da kurtarmak ister, “O benim ayaklarımı… taşlardan/ Bir kurtarabilsem” der acıyla. Bu bir bakıma toplumla bağ kurmama isteğidir.
Şiirin bir başka figürü kurbağalar, bir yerde de baykuşlar? Nedir bu imgenin anlamı? O kadar “çoktular ki!”, sonra “Aç gözlü” ve “telâşlı”lar. Kalabalığı ve sıradan kitleyi sembolize eden, hepsi birbirine benzeyen “bir sürü adam”… Masalarda oturanları, yazı masaları ve kâğıt sesleriyle kafkavari bir betimleme! Bir mahkeme salonu; “mübaşir kılıklı kurbağa”sı, buyurgan ve soğuk duvarıyla devleti ve bürokrasiyi simgeliyorlar. Bireyi aralarına alıp silen bir anlamı var bürokrasinin şiirde: “Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum/ Biri bir şey söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş/ … Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu.”
Cansever, işte buna; adsızlığa, değersiz kılınmaya, silinmeye, ötelenmeye karşı bir çığlık atar Yakup’la. Şiiri, insanı değersizleştiren, varoluşunu silen “kurbağalar” diye nitelendirdiği kitlelere karşı bir çığlıktır. O nedenle topluma karışmak istemez. Ve sonunda ne yaparlarsa yapsınlar, her şey yaşamanın içinde kalacaktır diye bağırır. Bu bir isyandır, ötelenmeye, orta malı olmaya ve düzene uymaya karşı! Ama ‘kurbağalar’, “bütün kurbağalar bir olup” dışarı çıkarırlar Yakup’u, kapıyı gösterirler ona! Bu ise egemen çoğunluk tarafından dışlanmadır. Varolmak, kendi olmak, kendi olarak kabul edilmek acısıyla bağırır, bağırır, bağırır Yakup…
Alev Ebüzziya’ya yazdığı bir mektupta “…geçenlerde Çağrılmayan Yakup’a rastladım, Bankalar caddesinde…” (İki Satır, İki Satırdır, haz. Habil Sağlam, YKY, 2021) diyor. Şiirlerindeki Vartuhi, Stepan, Armenak, Lüsin gibi “Çağrılamayan Yakup”un esin kaynağı da gerçek bir kişi miydi acaba? Sennur Sezer’e söylediği şu sözlerle bitireyim:
“Çağrılmayan Yakup baştan sona yabancılaşma olgusunun öne çıktığı bir kitap oldu. (..) Yakup, toplum tarafından itilmiş, horlanmış, uzaklaştırılmış bir insanı simgeliyor…” (Şiiri Şiirle Ölçmek, haz. Devrim Dirlikyapan, YKY, 2009, s. 269)
İyi bayramlar efendim… Ötelense de “Çağrılmayan Yakup”ların sesleri gök kubbede kalıyor. Şiir, Yakup’ların çığlığı!