Nasıl bir geleceğe yürüyoruz?
Ülke olarak stratejik anlamda bir gelecek öngörüsünde bulunma zamanı, diye düşünüyorum. Onun için de, geçmişten bu güne uzanan serinkanlı bir analize ihtiyacımız var. Gelin başlayalım:
-Ak Parti kadroları, Refah’ın içinden çıkarken, en belirgin farklılık olarak Hoca’nın dış politikasına yönelik eleştirel tutumu benimsedi. Amerika ile ilişkiler de farklı olacaktı, Avrupa ile ilişkiler de… Ortadoğu’da ABD ve genelde Batı ile hesaplaşma önceliği yoktu. ‘Bu arada da “Yahudi lobisi”ne mutlak karşıtlık söz konusu olmayacaktı. Ekip reel-politik’i böyle okuyordu. Onun için Tayyip Bey, Başbakan olmadan önce ABD gezisini yaptı, tink-tanklarla görüşmeler çerçevesinde Yahudi lobisinin iltifatına mazhar olmaktan da rahatsız olmadı.
-Ak Parti’nin AB ile ilişkilere getirdiği hamle ise zaten biliniyor. Ak Parti’nin kurucu kadrolarının AB ile ilişkiler sayesinde sistem yapısını demokrasi ve hukuk öncelikli hale getirme amacının bulunduğu da not edilmelidir.
-Bu çerçeve, uluslararası ilişkilerde reel politik hassasiyeti kadar, içerdeki meşrûiyet sıkıntısını dış ilişkilerle aşma amacını da içeriyordu. Etkisi olduğu muhakkak.
-AB ile ilişkiler AB’nin Kıbrıs’ta Rumları tam üye alması ile sarsıntı geçirdi, geçirmeye devam etti. Bugün de sancılı.
-Ve One minute. Davos. Uluslararası siyonizmle kafa kafaya gelme. Bitmeyen İsrail – Filistin gerilimi ve Türkiye olarak kaçınılmaz kalbi hassasiyet.
-Tayyip Erdoğan’ın “Filistin hassasiyeti”, bununla bağlantılı olarak İsrail dışlaması – alerjisi çok tabii. Muhafazakâr camianın “Kudüs acısı” gelip geçici bir acı değil. Erdoğan’ın ABD’de Yahudi lobisiyle temasını ya da BOP eş başkanlığını tolere ettiyse, bu da Kudus’ü unuttuğu için değil, muhafazakâr bir iktidarın Yahudi lobisi ile ilişkisine rağmen Kudüs’ü unutmayacağına güveninden olabilir.
-Dünya Yahudiliği ve İsrail ile “One minute gerilimi” epeyce uzun sürdü. 2009’den 2020’lere kadar. Bu arada İsrail, “İran’a karşı olma” ortak cephesiyle bölgede Araplarla ilişki geliştirdi. İş İbrahim Anlaşması’na kadar geldi. Biz ise Mısır’la başlayıp, sonra Suud ve Birleşik Arap Emirlikleri ile devam etmek üzere Arap dünyası ile ayrışmıştık. ABD ve AB ile ilişkiler de sıkıntılıydı. “Yalnızlaşma” tartışılıyordu, onu “Değerli” diye niteliyorduk ama, dış politikada alan daralması yaşadığımız da bir gerçekti. Ekonomimiz de ciddi anlamda dış kaynak sıkıntısı çekiyordu.
--O zaman “Normalleşme” gibi bir tılsımlı kelimeyi bulduk. “Normalleşme” İsrail ile olduğu gibi Mısır’la, Suud’la, BAE ile ilişkileri düzeltmek için işe yarar bir psikolojik mekanizma oldu. Karşılıklı sıcak mesajlar verildi – alındı, görüşmeler yapıldı, yapılması kararlaştırıldı.
-Gazze olayından uzunca olmayan bir süre önce, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog Türkiye’de misafir edildi. Daha da yakında Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu için gittiği New York’ta Türk Evi’nde Netanyahu ile bir araya geldi, onu Türkiye’de beklediğini söyledi.
-O gün Tayyip Bey’in Netanyahu’nun Kudüs’le ve daha genelde Filistin’le ilgili politikasını bilmediği söylenemez. Bu görüşme 20 Eylül tarihini taşıyor. Bugün Aralık’ın 8’i… Aşağı yukarı 80 gün önce… Bugün Netanyahu Tayyip Bey’in dilinde haklı olarak “Gazze kasabı.”
-Geldik yeniden One Minute’e…
-İsrail’le bir daha ne zaman normalleşiriz?
-Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan son gelinen noktada İsrail’in Türkiye’yi tehdit eden hedeflere sahip olduğunu ifade ediyor. İSEDAK toplantısında yaptığı konuşmanın bir paragrafı şöyle:
"Bugün Gazze'yi işgal edenlerin yarın başka yerlere göz dikeceğini biliyoruz. Gazze kasabı Netanyahu meselenin Gazze veya Ramallah olmadığını yayılmacı hedefler peşinde koştuğunu ifşa etti. Bugün Gazze'yi ve Filistin'i savunmak demek, Kudüs ile birlikte Mekke'yi, Medine'yi, İstanbul'u, Şam'ı, Beyrut'u diğer İslam beldelerini savunmak demektir. Yangının bizim ocağımıza ulaşmasını beklersek o yangın bir gün evimize gelecektir.”
Bu ifadeler İsrail’le ilişkinin “normalleşme” iklimine taşınacak bir ilişki olabileceği ihtimalini siliyor. Peki İsrail’in bu hedefleri yeni mi keşfedilmiştir ki, henüz dün denebilecek zamanda gündeme gelen “Normalleşme” bugün havaya uçup gidiyor?
-Sayın Cumhurbaşkanı’nın Gazze ile Türkiye’nin güvenliğini alakalandıran konuşmasına benzer bir açıklamayı Bahçeli yaptı. "Meselenin can alıcı noktası büyük İsrail devletinin kurulma projesidir. Nil’den Fırat’a kadar sözde vaat edilmiş topraklara hâkimiyet kurmak, İsrail’in inanç bazlı ve tarihi arka planı olan bir hedefidir. Bu hedefin nihai aşaması da Türkiye’dir" dedi. Demek ki iktidarın zirvesinde İsrail – Türkiye ilişkisine dair böyle bir “tehdit algısı birlikteliği” bulunuyor.
-Bu arada bir de İsrail’den başlayıp, Washington dahil pek çok Batı başkentine sirayet eden “Hamas’ın terör örgütü olduğu” teması var. İsrail Hamas’ı “IŞİD” diye tanımladı, yankısı Amerika’dan geldi. Bu kampanyanın devam edeceği açık. Bu kampanya, bekleneceği ve “İhvan karşıtlığı” noktasında olduğu gibi birçok Arap ülkesinde de tutacak. Nerede ise Hamas’a sahip çıkan tek ülke Türkiye kalacak.
-İsrail’in iç istihbaratı Şin Bet yöneticisi “Hamaslılar ister Türkiye’de ister başka yerde nerede olursa öldürülecek” gibi çılgınca bir açıklama yaptı. Mossad’ın bu tür cinayetleri farklı ülkelerde işlediği biliniyor. Bizden de bu açıklamaya karşılık “Buna tevessül eden bedeline katlanır” gibi bir tepki geldi. Ben İsrail adına “Türkiye’de de cinayet işleyebilme” cür’etinin gösterilmesini, üstelik bunun ilan edilmesini çok hayret verici buluyorum.
-İran garip biçimde düşük profilli davranıyor. Arap dünyası İsrail’le bizim tonumuzda konuşmuyor, ayrıca İbrahim Anlaşmasını sorgulayan bir ses de çıkmadı henüz.
-Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan, son kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada şöyle bir ifade kullandı: "İsrail gerçek bir ordu ile karşılaşırsa akıbeti berbat olur. Çok geçmeden bu akıbet ile karşılaşmak istemiyor ise aklını başına alması gerekiyor."
-Bahçeli’nin Türkgün gazetesine verdiği demeçteki “İlk kıblemizin şerefini korumak yeri gelirse görevimizdir. Buna da hazırız" ifadeleri de dikkat çekici idi. Hem sayın Cumhurbaşkanı’nın hem de sayın Bahçeli’nin mesajlarının kayda değer bulunacağı açıktır.
Bütün bu durumda ülke olarak nasıl bir stratejik gelecek planlaması yaptığımız, ya da bu planlamada kiminle nasıl bir normalleşme - çatışma süreci yaşayacağımız konusu büyük önem kazanıyor. Dilerim adımlar stratejik akılla atılıyor olsun.