Prof. Dr. Bekir Karlığa, ABD başkanlık seçimlerinin ardındaki medeniyet krizini kaleme aldı.
PROF. DR. BEKİR KARLIĞA
Nihayet beklenmeyen bir sonuç çıktı ve Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nin 45. Başkanı seçildi. Başta ABD olmak üzere hemen hemen bütün dünya şoka girdi. Bu seçimin, yalnız Amerikan sisteminin alt-üst olması sonucunu doğurmakla kalmayacağı, bütünüyle dünya sisteminin allak bullak olmasına neden olacağı daha şimdiden dillendirilmeye başlandı.
Dünyanın önde gelen ülkelerinin liderleri, ellerini şakaklarına dayamış Trump ile nasıl çalışacaklarını ve hangi esaslar üzerinde buluşacaklarını düşünüyorlar. Almanya Şansölyesi Merkel, Trump ile evrensel Batı değerleri çerçevesinde buluşabileceklerini deklare ederken; Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, demokrasi ve insan hakları bağlamında konuşabileceğini açıkladı.
Öte yandan neredeyse bir yıldır bütün dünya, Amerikan seçimlerine odaklanmış bulunuyordu. Ankara’da, İstanbul’da, Diyarbakır’da, Gaziantep’te yüzlerce insan acımasız terör örgütleri tarafından öldürülürken, dünya medyası, Hillary mi seçilecek, Trump mı seçilecek tartışmasını manşetlere taşıyorlardı.
BATI MEDENİYETİNİN ÇÖKÜŞÜ
Kadınıyla, erkeğiyle, büyüğüyle, küçüğüyle, yaşlısıyla genciyle, yüzlerce; hatta binlerce zavallı ve garip insan, şişirilmiş naylon botların üzerinde Akdeniz’in haşin dalgalarıyla boğuşup ölüm kalım mücadelesi verirken, medeni olduğunu iddia eden dünya, adeta bunları görmezlikten geliyordu. Gelişmiş ülkelerin ileri görüşlü devlet adamları, hangi ülkenin kaç mülteciyi kabul etmesi halinde, hangi sorunlarla karşıya kalabileceklerini tartışıyorlardı. Hatta her fırsatta dünyaya medeniyeti kendilerinin götürdüklerini dile getiren kimi ülkelerin yöneticileri de çamurlar içinde yüzen mültecilerin çadırlarını polis zoruyla yıkarak bu sorunun üstesinden gelebileceklerini sanıyorlardı.
Yeni bir diriliş ile silkinmeye, düşünce ufkumuzu genişletmeye, kısacası insanı önceleyen yeni bir yaklaşım geliştirmeye muhtacız.
Amerika’nın da, Avrupa’nın da karşı karşıya bulunduğu temel sorun, Hillary Clinton veya Donald Trump’ın Amerikan Başkanı seçilip seçilmemesi değil elbette. Asıl üzerinde durulması gereken sorun, bütün dünyanın, doğrudan doğruya Batı medeniyetinin özünden kaynaklanan çok ağır ve köklü bir krizle karşı karşıya bulunuyor olmasıdır.
On beş ve on altıncı asırlarda şiddetlenerek bütün Avrupa kıtasını anlamsız bir dehşet sarmalı içerisine çeken mezhep çatışmaları ve onun ardından gelen 100 Yıl Savaşları, Batı dünyasının büyük çapta kan kaybetmesine sebep olmuştu. Bunu takiben 1598 yılında ilan edilen Nantes Fermanı ve 1649 yılında akdedilen Westfelya Barış Antlaşması ile şekillenen modern Avrupa ise bütün dünyayı Batı değerleri etrafında düzenlemeye başladı.
Aklı tamamen yok sayan, bilimi kesinkes reddeden ve bilim adamlarını, ağır takiplere ve işkencelere maruz bırakarak engizisyon mahkemelerinde inim inim inleten Katolik Kilisesi, zaman zaman da halkın gözü önünde, meydanlarda kazıklara geçirerek canlı canlı insanları yakıp eşi görülmemiş bir zulüm, bağnazlık, ilkellik ve vahşet sergilemişti.
Bu duruma karşı çıkan Batılı aydınlar, din ile ilgili bütün değerlendirmeleri göz ardı etmeye ve dinden uzak bir dünya sistemi kurmaya ve hayat tarzı tasarlamaya çalıştılar.
Bu dünya tasarımı, akıl ile vahiy, din ile bilim ve felsefe arasında büyük bir çatışmanın gelişip yaygınlaşmasına neden oldu. Sonuçta bu çatışma aklı her şeyin ölçüsü haline getiren ve pozitif diye nitelenen bilgi dışında hiçbir doğruya yer vermeyen Aydınlanma’yı, Aydınlanma da katı bilimselciliği ve dolayısıyla “pozitivizmi” doğurdu. Pozitivizm ise her türlü manevi değerleri dışlayan kaba materyalist anlayışlara zemin hazırladı, güç verdi. Buna paralel olarak gelişen bilimsel keşifler, Sanayi İnkılâbı ve Fransız Devrimi; Avrupa’nın emperyalist iştahını kabarttıkça kabarttı.
On sekizinci yüz yılda ortaya atılan ve büyülü bir kavram haline getirilen medeniyet (civilisation) konseptinin Batı’ya ait bir olgu olduğu, Batı dışı toplumların medeniyet üretme yeteneğine sahip bulunmadığı varsayımıyla Avrupa merkezci (Euro-centrist) yaklaşım, bütün dünyada geçerli hâkim ideoloji haline getirildi.
Bütün dünyayı Batı’nın doğal sömürge alanı olarak gören emperyalizm ve onun sınır karakolu olma görevini üstlenmiş bulunan oryantalizm, Batı medeniyetini insani gelişim standardının en üst düzeyi olarak lanse etmeye çalıştı. Bu bağlamda medeniyet terimi de Avrupa’nın, mimari, resim, edebiyat, heykel, müzik, felsefe, bilim, estetik ve entelektüel alandaki başarıları ile sosyal ve fiziksel çevre üzerindeki etkileri şeklinde takdim edildi.
Halbuki medeniyet, insanlık ile beraber başlamış, insanlık ile beraber gelişmiş evrensel bir olgu; bütün toplumların, kültürlerin ve dinlerin ortak katkısı ve katılımı ile meydana gelmiş müşterek bir bileşimiydi...
400 YILDIR EGEMEN OLAN ANLAYIŞ
Aynı yıllarda Batı değerlerinin eşsizliği, entelektüel ve medeni bakımdan üstünlüğü öne sürülerek bu değerlerin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği, kabul etmeyenleri, silah zoruyla medenileştirmenin Batı’nın meşru hakkı olduğu (mission civilisatrice) fikri hakim görüş haline getirildi. .
Böylece yaklaşık 400 yıldan beri dünyaya egemen olmaya başlayan Batı medeniyeti, dünyamızı yaşanmaz hale düşürmekle kalmadı, medeniyetin üzerine dayandığı temelleri de kökten sarsarak medeniyet konseptinin kendisini dahi tartışmalı hale getirdi.
Nitekim “Medeniyetlerin Genel Tarihi” isimli 7 ciltlik büyük eseri yayına hazırlamış bulunan Fransız düşünürü Maurice Crouzet, Avrupa medeniyetinin tek medeniyet olduğu fikrînin, günümüzde geçerliliğini yitirdiğini belirterek şöyle diyor. “Artık bugün biz (Batılılar), kesin üstünlük iddiasında tek ve yegâne medeniyet anlayışını bırakıp değişik medeniyetler bulunduğunu kabul etmeliyiz. İnsanlığın önde gelen bilim adamları, tarihçiler ve sosyologlar artık bunun kesinliğini kabul etmekte ve her insan topluluğunun, kendine has bir medeniyeti ve düzeni olduğunu; hatta ilkel, yabani toplulukların dahi bir medeniyeti bulunduğu görüşünü benimsemektedirler.”
Ne yazık ki günümüzde dinler daha çok bir parçalanma, medeniyetler de bir çatışma aracı olarak kullanılmak istenmektedir.
Bugün artık köhnemiş ve fosilleşmiş bu değerler sistemi, kimseyi tatmin etmiyor. Çürümeye yüz tutmuş bu kalıplar herkese dar geliyor. İnsanlık, Batı’nın içine düştüğü medeniyet krizinin ağır ve dayanılması güç sonuçlarına katlanmak zorunda bırakılıyor.
Acilen bütün bu olumsuz gelişmelere dur diyecek, insani değerleri yeniden hâkim kılacak, haklının yanında durup haksıza karşı çıkacak yeni bir dünya tasarımına ve yeni bir medeniyet konseptine ihtiyacımız var.
Yeni bir diriliş ile silkinmeye, düşünce ufkumuzu genişletmeye, bakış açımızı büyütmeye, muhayyilemizi zenginleştirmeye, kısacası, insanı önceleyen yeni bir yaklaşım geliştirmeye muhtacız.
Gerek küresel, gerekse bölgesel boyutta karşı karşıya bulunduğumuz sorunlarımızın üstesinden gelebilmemiz için tek başına akılcı yaklaşımlar ve pozitif değerler yeterli olmuyor. Bunun yanı sıra mutlaka ahlâkî ve manevî değerlerin temelini oluşturduğu dini ve kültürel motivasyonların da güçlü olması gerekir.
Dini ve kültürel motivasyonlardan bahisle ise şunu göz önünde tutmalıyız: İnsanoğlu, bilinmeyen bir dünyadan geliyor, belirli-belirsiz bir ortamda kısa bir yolculuk yapıyor, sonra da bilinmeyen bir dünyaya doğru yol alıyor. Üç merhaleden oluşan bu yolculuğumuzda, bizim bilinmeyene doğru açılmamızı sağlayan üç ayrı kapımız var: Din, felsefe ve sanat.
DİNLERİN ANA MESAJI ORTAK
İnsan, varlık yapısı bakımından bir bütünlük arz eder. Ruhuyla bedeniyle, maddesiyle manasıyla komple bir varlıktır. Batıl inançlar ve katı ideolojiler, insanın bu varlık yapısını parçaladılar ve onu ya sadece ruhtan ibaret soyut bir varlık haline getirmeye ya da sadece bedenden ibaret maddi bir varlık haline dönüştürmeye çalıştılar. Bu ise, bütünüyle varlık hakkında yanlış yaklaşımların ortaya çıkmasına neden oldu. İşte ilahi dinlerin ana hedefi, parçalanmış olan bu varlık tasarımını yeniden kurmaktır.
Din, felsefe ve sanatın ortak bileşkesi olan “hikmet”, insanın insanüstü ile irtibat sağlayarak çevresinde gördüğü mucizevî yapıyı anlama ve kendi ruhunun derinliklerinde yer etmiş olan ezeli hakikatleri bir şekilde ifade etme çabasının özgün şeklidir.
Dinlerin ana mesajı ortaktır: Yaratılışın, yani fıtratın sesine kulak vermek, “yaratılanı yaratandan ötürü” sevmek; bütün dünyada barış, hoşgörü, dostluk, sevgi ve saygıyı geçerli kılmaktır. Bunlar aynı zamanda medeniyetlerin de temel amacıdır. Ne yazık ki günümüzde dinler daha çok bir parçalanma, medeniyetler de bir çatışma aracı olarak kullanılmak istenmektedir. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu durumun fecaati de işte buradan gelmektedir.