Şule S. Çiltaş’ı tercümeleriyle ve kitap yazılarıyla tanıyorduk. Şimdi de İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Cunta Kızı’yla konuk oluyor okurun düşünce dünyasına. Darbe sonrası içeri alınan evladının ardından bir ailenin, karakol, mahkeme, avukat büroları ve cezaevi önlerinde verdikleri, ancak sonuçsuz kalan ‘adalet’ mücadelesinin yer aldığı Cunta Kızı’nda, kimi şeylerin isimlerinin tam olarak söylenemediği 12 Eylül atmosferinde nasıl değiştirildiğinin hikâyeleri de yer alıyor.
MERVE KOÇAK KURT
"Sesimin çıktığından emin olsam sorardım, ‘Beni neden dövüyorsun baba? Kötü bir şey yapmadım ki,’ derdim.” Açılıştaki cümlelerle sarsılıyorsunuz önce, sonra diğerleriyle: “Karşımda yumrukları sıkılı, yüzü kömür gibi kararmış babam. Gözlerinde yanıp sönen hiddet parıltıları, hiç vakit kaybetmeden, arka arkaya indiriyor tokatları:
‘Vurma baba, ne olursun vurma...”
On yaşında bir kız çocuğunun ağzından dökülen cümleler, o yıllara denk gelen çocukluğunuza götürüyor sizi. Henüz küçüksünüz. 12 Eylül’ün ayak seslerini duyuyorsunuz. Belleğinizden hiç gitmemiş meğer. Okudukça tazeleniyor askeri darbeye dair anılarınız. “İktidara gelen siyasi partiler, devlet teşkilatının bütün kademelerini kendi görüşleri doğrultusundaki kişilerle doldurarak, kamu görevlilerinin ve vatandaşlarımızın bir tarafa girerek kamplara bölünmesini zorunlu hale getirmişler, giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen kaynakların şekillenmesine ve kamu kuruluşlarında çalışanlarla, polis ve öğretmenlerin dahi birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olan partizan tutum ve davranışlardan vazgeçmemişlerdir.”
Şule S. Çiltaş’ı tercümeleriyle ve kitap yazılarıyla tanıyorduk. Şimdi de ‘Cunta Kızı’yla konuk oluyor okurun düşünce dünyasına. Ruhumuzda bir yerlerde konaklamak ister gibi yazmış. İçimize işleyişi bundan olsa gerek yazdığının. “Bak bu söz ne güzel anlatıyor bizi: ‘Hiçbir şey olmamış gibi.’ Hani bütün savaşlar tek parça hikâyeden oluşuyormuşçasına anlatılır durur, patlayan kafalardan, eriyen derilerden, karna inen süngülerden, oyulan gözlerden, toprağa saçılan kül ve kandan, dört bir yana dağılan uzuvlardan hiç bahsedilmez ya, bir savaşı hatırlarsın, bir de savaşın sonunda uçsuz bucaksız şehitlikleri görürsün ya, işte öyle…”
ASKER, BABA, DAYAK...: Olayları bir asker kızının gözünden anlatıyor yazar; “Her şeyi biliyorum,” diyerek üstelik. “Hikayeler, hikâyeler. Bir çiçeğin, gülümsemenin, sarılmanın, korunmanın, umudun esamesinin okunmadığı, bir çocuğun hiçbir yakını içinde görmek istemediği hikâyeler. Babam bunları, muşamba örtü serili masada, anneme, yatıya gelen akrabalarına, şoför iş arkadaşına çok anlatıyor. Biz bir köşeye kaçıyoruz.” Bu hayatın içinde ‘dayak’ ya da daha genel bir ifadeyle ‘şiddet’, o kadar sıradandır ki… “Tek bir rutinimiz var: huzursuzluk. Yakınların ölümleri, annemin evden kaçmaları, hastalıklar, benim yanıp haşlanmam hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ölenler unutuluyor, annem eve dönüyor, hastalar iyileşiyor, ben yine yanıyorum ve kavgalar tekrar başlıyor…”
Baba, dayak ve savaş kelimelerinin yanı sıra ‘ev’i, ‘yabancı’yı, ‘işkence”’yi de sorguluyor yazar. “Birbirine değmeden, karışmadan, amaçsız, nedensiz akan bir öykü ırmağı” diye tanımladığı yaşamı, ‘Cunta Kızı’nın gözünden, yaşananları sorgulatıyor. Dayağa maruz kalan kadın, -anne-, ‘gözlerinden kuş olup kanatlanacak kadar özgürlüğü sevdiği anlaşılan bir kadın’ olarak tanımlanıyor kitapta. Baba, 12 Eylül darbesinin bir yıl öncesinde emekli olmuştur. ‘Rutin bir mutsuzluk’ içinde yaşayan ‘Cunta Kızı’, dayak yese de babayı da anlamaya çabalıyor; “yurtsuzluktan başı dönmüş, kalbini koyacak bir yastık bulamayan bu adam” diyor ondan bahsederken. “Ne birbirlerinin evi ne de birbirlerine ev oldular,” diyerek anlatıyor annesiyle babası arasındaki ilişkiyi de.
Yazarın ’şiddeti estetize etme’ gibi bir amacı yoktur eminim, ama şu cümlelerin güzelliğine ne demeli: “Ve yüzündeki eski inançların, totemlerin, barbarlıkların artığı, klandan kovulan erkek çocukların dehşetiyle son darbeyi indirip baldırıma, çıkıp gidiyorsun odadan.”
SIKIŞMIŞ HAYATLAR, AİDİYET ÇABASI, OKUMA YAZMA SEFERBERLİĞİ...: Askeri lojmandaki sıkışmış hayatlar. Gecekondu mahallesi. Aidiyet kurma çabaları. Okuma Yazma Seferberliği. Mahalleliyi bilinçlendirme çalışmaları. Etkin. Ağabeyinin kömürlüğe boşaltılan kitaplığı. Her bir sahne gözlerimizin önünden geçiyor okurken. Darbe sonrası içeri alınan evladının ardından bir ailenin, karakol, mahkeme, avukat büroları ve cezaevi önlerinde verdikleri, ancak sonuçsuz kalan ‘adalet’ mücadelesi… ‘Cunta Kızı’nda, kimi şeylerin isimlerinin tam olarak söylenemediği 12 Eylül atmosferinde nasıl değiştirildiğinin hikâyeleri de yer alıyor. ‘Kürt Köftesi’ndeki ‘Kürt’ün üzerinin çizilip, yerine ‘Yoğurtlu Bulgur Köftesi”’ yazılması gibi… Roman sayfalarından alışık olmadığımız belgeler de var kitapta, kurguyla gerçeğin ayrılmazlığını vurgulamak ister gibi. Belki sahiciliği sağlamak. Belki de yaşanmışlıkların etkisini artırmak. Kim bilir! Ama ilgi çekici. Sizi bekliyor Sevgili Okur!
ÖTEKİLER BERİKİLER YABANCILAR...
Yazar, 124 sayfaya çok şey sığdırmaya çalışmış Cunta Kızı’nda. Sayfalar boyunca korku kol geziyor adeta. “Korkuyorum. Ta en başta, ilkin, başlangıçta, daha bir hikâye kurulmamışken korkuyordum,” diyor anlatıcısı. Romanda iyiler de yok değil. Haydar örneğin. Şöyle bir adından bahsedilip geçiliyor. “Ona isim vermemişler de Haydar deyip bırakmışlar sanki”. Yazarın ifadesiyle, Haydar iyiliğin ta kendisi. İki de abisi var küçük kızın. Her birinin yolu diğerinden ayrı. “Salondan açılan iki odadan birinde büyük ağabeyimin kitaplığı: her boyuttan dergiler, saman kâğıda baskı fanzinler, cep boy öyküler, tiyatro ilanları, film afişleri… Marangoz bir akraba eve her gelişinde bir raf ekliyor. Genişçe bırakılan en alt rafta kasetler: Ruhi Su, Pink Floyd, Fikret Kızılok… Onlardan büyüğü, darbe sonrasında içeri alınan evlatlardan biridir. “Ağabeyime yirmi yıl verdiler. Tekrar apartmana, kendi evimize taşınıyoruz…. Amcam beni görünce bütün yüzüyle gülümsüyor, sonra elini uzatıp yukarı çekerken ‘Bin bakalım Cunta Kızı, hadi bin bakalım’ diyor.”