Sezai Karakoç’un yanında geçen günlerini yazdığı ‘Günler Çözüldükçe’ kitabı okurla buluşan şair Ömer Erdem: “Yoksulluk, onun tercihinin doğal bir sonucuydu. Burada düşünülmesi gereken, şimdilerde Karakoç’a bağlılık ve yakınlık yemini edenlerin, şiirini bir gök armağanı gibi yağmalayanların, yokluk günlerinde nerede ve niçin durduklarıdır. Bu şahsi değil tarihsel bir meseledir. Şairin sonradan sahiplenilir görülmesi, acaba bizim tarihsel ikiyüzlülüğümüzle ilgili olabilir mi?
SEDAT PALUT
Şair Ömer Erdem’in Sezai Karakoç’un yanında geçen günlerini kaleme aldığı ‘Günler Çözüldükçe’ denemeleri Everest Yayınları’nca okura sunuldu. Kitabın adını alan giriş yazısında şairi ‘geçmiş günlerinin en vazgeçilmez ve etkili şahsiyeti’ olarak tanımlayan Erdem, Karakoç ile anılarını, gözlemlerini ve şiiri hakkındaki değerlendirmelerini aktarıyor. Ayrıca, ‘gözlerden ırak’ bir hayatı tercih etmesiyle de meşhur şaire dair birçok bilinmeyeni de kayıt altına alıyor. KARAR okurlarının bu sayfadaki köşe yazılarıyla tanıdığı bir isim olan şair Erdem ile yeni kitabını konuştuk.
Sizi Sezai Karakoç’a bağlayan en temel şey neydi? Benzer çocukluklar yaşamanız mı, şiire bakış açınız mı, arayış içindeyken karşınıza onun çıkması mı…
Kaderi de elde tutarsanız sebep kadar sonuçları çözmenin o denli kolay olmadığını anlarsınız. Taşradan oluş maksadıyla gelmiş ve yol kadar şahsiyet de arayan bir genç için kendisini özellikle şiir yönüyle kurmuş çarpıcı karakterle buluşmasını düşünün. Ne kendisine çekiyor ne de itiyor. Oluşu birlikte çatmayı sadece ima ediyor, yaşayarak duyuruyor. Elbette şiire duyduğum sarsılmaz tutku olmasaydı ve Sezai Karakoç imgesinde bu durum pekişmeseydi böylesi bir bağlılık olmayabilirdi. Fakat bizim bağlılığımız açık, hayat dolu, gelişime ve değişime açık tabii bir durumdu.
Kitabınızın bir yerinde “O zamanlar kendimi bir Sezai Karakoç kopyası gibi düşünmüş olmalıyım,” ifadesi var. Bu, bir şair ya da şair adayı için tehlikeli bir cümle değil midir? Bu şekilde bağımsız bir şiir dünyası inşa etmek daha uzun zaman almaz mı?
Söylediğim şey oldukça açık hatta sevimli. Anlattığım olaydan koparmamak da gerekiyor ayrıca. Size temsil yetkisi vermiş. Onu düşürmek istemiyorsunuz. Kendinize rol model seçtiğiniz ve sağlam karakterli bir öznenin evrenine girdiğinizde böylesi haller kaçınılmaz olur. Ben bunu severek, gülümseyerek hatta özgüvenle dile getiriyorum. Siz kendinize güveniyor ve kişiliğinizi ayakta tutabilme iradesini sergiliyorsanız böylesi haller hayatın tatlı göz kırpmalarına benzer. Tehlike dediğinize bile gülüp geçersiniz.
'SAMİMİ ŞÜPHELER GERÇEKLİKLE OLAN BAĞI ZAYIFLATIR’
“Karakoç’un konuşup tartışabileceği yakın entelektüel çevreden yoksunluğu ona yöneltilebilecek kimi açıcı soruları da engellemiş gözüküyor.” İfade ettiğiniz bu cümleyi bir şairin şiiri dışında bir şeyleri paylaşmak istememesi mi yoksa yazarın karakterinden kaynaklanan bir yalnızlık tercihi olarak mı görmeliyiz?
Sezai Karakoç yeri geldiğinde konuşmayı seven, espri ve çocuksu bir yalınlıkla kendi içini sonuna kadar açma kişiliğine sahip birisiydi. Çünkü samimiyet ondaki temel ve değişmez ilkelerdendi. Her mizacın kendi saplantıları ve kör noktaları vardır. Çok erken denilebilecek bir yaşta, üstat parantezine alınması ve duyduğu içten ve samimi sorumluluk, onun hayat içinde çok doğal bir şekilde atması gereken kimi adımları engellemiş olabilir. Simge kişilik toplum şuurunun ürettiği kötü bir üründür ve toplum çoğunlukla sorumluluklarını böylece güçlü ve yaratıcı öznelerin üzerine atar. Dergi çıkarmak, şiir yayınlamak, kitap bastırmak hem bir iletişim hem de insana doğru açılma yöntemleridir. Fakat, Diriliş Dergilerine ve Karakoç’un yayınevinde bastığı kitaplara dikkatle baktığımıza, çevreden merkeze doğru bir daralmanın yaşandığı görülür. Güçlü ego, samimi şüpheler zamanla hayat ve gerçeklikle olan bağı zayıflatır. Yetmedi, her insanın ihtiyacı olan içten dostlukları zamanla yaşanmaz hale getirir. Turgut Akman gibi eski dostları vardı ama daha ötesini konuşmak istediğinde veya daha ilerisi konuşulmak istediğinde bir kapanma oluyordu. Zamanla edinilmiş tecrübeler, çevrenin ahlak dışı ve şehirlilikten uzak tutumları sebebiyle de yalnızlığı kaçınılmaz yapıyordu. Şimdi hem Sezai Karakoç’un kendisi hem de bazı yazıp çizenler, parti kuran, dergi çıkaran, herkesin kolaylıkla yanına gidip geldiği birisi nasıl yalnız olabilir diye soruyorlar? Size yalnızlıktan kurtuluşun sırrını söyleyeyim. İnsan inandığı doğruları paylaşabildiği kişiler oldukça değil büyük şüphelerini güvenle paylaşabileceği dostları var oldukça yalnız değildir. Şairler için bu kişiler bazen bir sevgili bazen ise hiç beklenmedik başka bir özne olarak tecelli eder.
Sezai Karakoç’un dava için şiir yazdığını ifade ettiğiniz bir bölüm var. Sizce şiir, dava için nasıl bir araç olabilir? Uzaktan bakıldığında salt şiirin kendisini düşünen bir şairi rahatsız etmez mi bu durum?
Rahatsız edip etmemesi başka mesele. Böylesi bir tutumun hatta seçimin poetik zihinde ve onun esere yönelmesinde ne tür handikaplar yaratacağına odaklanmak gerekiyor. Tarihsel sürecimizden dolayı şiirle de insanı ve ülkeyi kurtarma derdi taşıyoruz neredeyse iki yüz küsur yıldır. Fakat, ancak şiirin estetik seviyesinden ve dil idealinden sapmayanlar üstlenebiliyor bu kurtarıcılığı. İdeoloji ve ırk kadar dine dayalı seçimler doğası gereği yaratıcılığı etkiliyor. Kısıtlıyor. Yaralıyor. Fakat, Karakoç, modern şiir içinde kaldıkça engin duyuşu ve özgün üslubuyla yüksek irtifalar kazanıyor oysa.
Asıl İstanbul ile tanışmanızın Sezai Karakoç vasıtası ile başladığını söylüyorsunuz. Böyle önemli bir şehre, sevdiğiniz bir şair üzerinden anlam yüklemek nasıl bir his?
Şairler çok gözlü çeşmeler gibi aynı suyu başka coşkular ve seslerle akıtırlar. Şehrin neredeyse her köşesinde büyük bir şairle birlikte yaşantılar oluşmuşsa bir bakıma onların gücüyle de yaşarsınız. Şehrin gücüyle şairin gücü bir olur.
Sezai Karakoç bir dönem siyasete de giriyor ve bir parti kuruyor. Siyaset, bizzat siyasetçinin “piyasada” olduğu bir alan ama şair bu düşünceden bir hayli uzak birisi. Bu cesur ama toplumda karşılık bulmayan girişimini nasıl yorumluyorsunuz?
Parti meselesi bir Dostoyevski romanı derecesinde uzun ve derin bir hikaye. Bir gün detaylarıyla, Karakoç kadar Türkiye’yi de birlikte okuyarak konuşulabilir.
‘SAHİPLENİLİR GÖRÜLMESİ TARİHSEL İKİYÜZLÜLÜĞÜMÜZ’
Kitapta Sezai Karakoç’un ekonomik imkansızlıklar içinde dergiyi, yayınevini ayakta tutmak için büyük bir mücadele verdiğini görüyoruz. Sizce, bu imkansızlıklar onun şiir dünyasını nasıl etkilemiştir?
Doğrusu benim şahit olduğum dönemde Sezai Karakoç şiir veriminden hatta şiirin evreninden düşmüş gibi gözüküyordu. Günlük hayatının öncelikleri arasında şiiri önceleme ve onu dert edinme hali pek yoktu. Diriliş’in son döneminde yayınladığı Alınyazısı Saati şiirlerini de önceden yazmıştı. Evde ayrıca yazar mıydı? Sanmıyorum. Ve yoksulluk, onun seçtiği yolun, tercihlerinin doğal bir sonucuydu. Ne altını çiziyor ne de eziliyordu. Hayatının son yıllarında politik istismara bağlı olarak kitaplarından gelen gelirin arttığını ve o inanılmaz günlerin geride kaldığını izliyordum. Fakat o para derdi güden bir kişilik olmadığı için bununla ilgilenmedi hiç. Burada düşünülmesi gereken, şimdilerde Karakoç’a bağlılık ve yakınlık yemini edenlerin, iştahı hayli açılmış gözükenlerin, hatta kendilerinin oradan geldiğini ileri sürenlerin, şiirini bir gök armağanı gibi yağmalayanların, bu yokluk günlerinde nerede ve niçin durduklarıdır. Bu şahsi değil tarihsel bir meseledir. Şairin eser zenginliği ve kişilik özgünlüğü verim çağında toplum tarafında geri püskürtülüp sonradan sahiplenilir görülmesi, acaba bizim tarihsel ikiyüzlülüğümüzle ilgili olabilir mi? Sonradan sevmek de bir tür öldürme yöntemi olabilir mi?