Bir okurum, Ertuğrul Gazi’nin gazilik unvanının, onun Rum’a gelmeden evvel gaza etmiş olmasıyla ilgili olabileceğine dikkat çekiyor ve “Yani onun ‘gazi’ unvanı önceki dönemlerinin bir ürünü de olabilir” diyor. Okurumuzun yorumu yarım kalmış ama Ertuğrul’un “Söğüt’ten evvelki fiilleri hakkında kaynaklarda neler yazıldığı” sorusunu gündeme getiriyor gibi. Tarihsel sorgulamanın kapsamını sürekli yeni sorular sorarak genişletebiliriz. Doğrusu tam bu şekilde düşünmek aklıma gelmemişti.
Y. Hakan Erdem
Bir okurum, Ertuğrul Gazi’nin gazilik unvanının, onun Rum’a gelmeden evvel gaza etmiş olmasıyla ilgili olabileceğine dikkat çekiyor ve “Yani onun ‘gazi’ unvanı önceki dönemlerinin bir ürünü de olabilir” diyor. Okurumuzun yorumu yarım kalmış ama Ertuğrul’un “Söğüt’ten evvelki fiilleri hakkında kaynaklarda neler yazıldığı” sorusunu gündeme getiriyor gibi. Tarihsel sorgulamanın kapsamını sürekli yeni sorular sorarak genişletebiliriz. Doğrusu tam bu şekilde düşünmek aklıma gelmemişti.
Tarihçi Neşrî, Ertuğrul Gazi’nin, Moğolların Anadolu’ya hâkim olmasından sonra Söğüt yöresini yurt edinerek yerli Hıristiyanlarla iyi geçindiği düşüncesindedir.
Âşıkpaşazâde’nin anlatımında, “Acem padişahları”nın, Ertuğrul’un “babası” Süleyman Şah Gazi’ye, “Varun Rum’da gaza edün” diyerek onu ve göçer evli Türkmen ve Tatarları Anadolu tarafına göndermeleri faslı var. Buradaki Rum’u genel anlamıyla Anadolu olarak anlamak gerekir… Fakat izleyen cümlelerde tarihçimizin, daha dar anlamıyla, Sivas, Amasya, Tokat yöresini yani kendi zamanındaki “Rum vilâyetini” işaret ettiği görülüyor: “Geldiler. Erzurum’dan Erzincan’a indiler. Erzincan’dan Rum vilâyetine girdiler. Rum vilâyetinde altı yıl mikdarı yüridiler. Etrafları feth etdiler.”
Bu ilginç kurguyu başka kroniklerde de görüyoruz. Anonim, daha açık bir şekilde Amasya’dan bahsediyor: “Erzincan’dan Rum vilâyetine girdiler. Amâsiyye tarafı kim Rûmîler’dür, ol tarafda çok gazâlar etdiler. Rûm vilâyetinden hayli vilâyetler aldılar”. Sonrasında, Süleyman Şah’ın ölümüyle oğulları Sungurtekin ve Gündoğdu geri Acem’e dönüyorlar. Ertuğrul ise kalıyor. Fırat ırmağı başından Pasin Ovası’na ve oradan da Sürmeli Çukur’a gidiyor. Kaynağımız, “Ol arada çok gazâlar etdi” diyerek Ertuğrul’u bugünkü Doğu Anadolu bölgesinde de çok faal gösteriyor.
Oruç Bey de aynı kelimelerle, “Amâsiyye tarafı kim Rûmîler’dür, ol tarafda çok gazâlar itdiler” diyor fakat Anonim ve Âşıkpaşazâde’den farklı olarak fethedilen vilayetlerden söz etmiyor. Ona göre, Rum vilayetindeki bu gazalardan sonra, Süleyman Şah ve oğulları Âbilistan (Elbistan) vilayeti üzerinden Halep yakınlarındaki Caber Kalesi’ne giderler. Süleyman Şah’ın boğulmasından sonra grup kuzeye yönelir ve malum, Sürmeli Çukur’da kardeşler ayrılır. Ertuğrul bir süre o yörelerde kalır. Sonra güney yönünde geriye döner. Oruç, “Âbilistan vilâyetinden girüp Kayser tarafına yürüyüp gazâlar itdiler” dediğine göre Ertuğrul’a babasının ölümünden sonra Orta Anadolu’da, Kayseri tarafında tek başına gazalar yaptırmış da oluyor.
Peki, sorun ne? En büyük sorunumuz, yukarıdaki üç kaynağın da Süleyman Şah ve Ertuğrul Gazi’yi, Selçuklulardan önce Anadolu’ya getirmesi, onlara Anadolu Selçuklularının en merkezî bölgeleri olan Rum vilâyetinde, Amasya’da fütuhat, Kayseri’de gaza yaptırmaları tabii ki! Üçü de, o dedikleri tarihlerde o bölgelere Selçukluların çoktandır hâkim olduğundan habersizler. “Süleyman Şah” ve oğulları, kimlere karşı gaza yapıp, kimlerden toprak alacaklardı? Tabii ki bu metinler ve onların dayandığı ortak kaynak, Selçuklu Sultanı Alaeddin’i, Ertuğrul’dan sonra Anadolu’ya getirdiği için cevabımız “Rumlar, Doğu Roma” olmalı! Yani metinler kendi kurguları açısından tutarlı. Onlara bakarsanız henüz Selçuklular meydanda yok ki…
Hiçbir yere gitmeyen diğer bir sorunumuz da bu kroniklerin Ertuğrul ve ailesine dair verdikleri “bilgilerin” başka kaynaklardan doğrulanamaz bir durumda olmasıdır. Sadece yukarıdaki gibi bariz yanlışlıkları ve aşikâr anakronizmleri dolayısıyla Selçuklu tarihi açısından teyit edilmesi zaten imkânsız olan rivayetleri değil, şahıs isimleri gibi en temel bilgileri ve pekâlâ olabilecek gibi rivayetleri bile Selçuklu ve Doğu Roma kaynaklarından teyit edemiyoruz. Mesela, Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin El-Evâmirü’l- Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye adlı eserinde, (hadi zaten Ertuğrul’un babası olmadığını ve hayâlî olduğunu bildiğimiz Süleyman Şah’tan bahis olmasın) tarihî bir kişilik olan Ertuğrul Bey’den de tek bir kelimeyle söz edilmiyor.
Osmanlı müellifi Yazıcızâde Ali’nin, kaynakları arasına İbn Bibi’nin eserini de katarak hazırladığı Tevârih-i Âl-i Selçuk’ta kabile bağlantısıyla birlikte Ertuğrul’dan bahsediliyor ama bu çağdaş bir kaynak değildir ve bu anlamda erken Osmanlı kronikleriyle aynı konumdadır. Son rötuşları belki de 1435’ten sonra yapılan bu uyarlama- çeviri, Alaeddin Keykubat ve Ertuğrul Gazi arasında iki yüz yıl önce geçtiği rivayet olunan olayların bir kaynağı olamaz. Bahusus, Yazıcızâde’nin kaynağı İbn Bibi’yi nasıl kullandığı, ona İranlı tarihçi Reşidüddin’den alarak Oğuz töresiyle ilgili nasıl birtakım ekler yaptığı bilinirken...
Yazıcızâde, en erken formunu Ahmedî’de gördüğümüz, Sultan Alaeddin’in Sultanönü’ne sefer yapması ve Moğolların gelmesinden ötürü geri dönmesi rivayetini aktarıyor. Alaeddin, uç bölgesini Kastamonu’daki Çoban oğullarına ve “Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüz Alp’a ve Gök Alp’a” ısmarlamış! Ona göre, “Hüsameddin oğlanları” dediği Çoban oğulları da Kayı imiş… Kaynağı olan İbn Bibi ise ne Alaeddin’in Sultanönü yöresine sefer yapmasından, ne Ertuğrul’dan ne de Kayılardan bahsediyor. Yazıcızâde’nin temel kaygısı, Oğuzların kıdemli Kayı boyundan geldiklerini söyleyerek Osmanlı hanedanını Anadolu’daki rakiplerine ve başka bir bozkır geleneğine dayanan Timurlulara karşı avantajlı bir duruma getirmekti.
Yeri gelmişken, çağdaşı Doğu Romalı kronikçi Pachymeres’in de Ertuğrul’un ne adından ne de faaliyetlerinden bahsettiğine değinelim. 1302’deki Bapheus / Koyunhisarı savaşından dolayı Osman Gazi’den “Atman” adıyla bahseden ilk Bizans kaynağı olan Pachymeres’in, eğer Bizans’a karşı bir faaliyeti varsa Ertuğrul Bey’den hiç söz etmemesini nasıl yorumlamalıyız acaba? İmparatorlar VII. Mihail Paleologos ve II. Andronikos dönemleri için mufassal bir kronik olan ve Bizans’ın doğu sınırlarıyla ilgili en kapsamlı bilgileri veren Pachymeres’in, mesela Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’ü kılıçla ele geçirmesinden hiç bahsetmemesi ilginç değil mi ? Ek olarak, Pachymeres’in kendisinin de Bithynia’lı olduğunu, bölgenin bir insanı olduğunu ve kendi doğum yeri İznik’in, Söğüt’e olan yakınlığını not edersek, tarihçi adına bir ilgi eksikliğinden bahsetmek iyice güçleşir.
İşte, bütün bu sebeplerden dolayı Ertuğrul’un zamanında savaş olmadığı yolunda Âşıkpaşazâde’den yansıyan görüntüyü sorgusuz sualsiz reddetmemek gerektiğini düşünüyorum. Tarih bilgisi ve kaynaklarını eleştirel kullanarak çelişkili noktaları gidermeye çalışması açısından çağdaşı diğer Osmanlı kroniklerinden çok ileride olan ve Âşıkpaşazâde’yi yoğun olarak kullanan Neşrî de bunu bir mesele yapmış ve bazı açıklamalar getirmeye çalışmış gibi görünüyor.
Neşri’ye göre, Selçuklulara bağlı Türklerden “Gök Alp Han evladından tavarlu ve rızklu bir taife bilâd-ı Ermeniyye’den” Ahlat’ta konaklamış ve Cengiz Han huruç edinceye kadar 170 yıl kadar orada yaşamışlar. Moğollar İran’a saldırınca 50,000 hanelik “göçer evli etrak”, reisleri Süleyman Şah’a uyarak Rum’a gelmiş. O sırada, I. Alaeddin Keykubat’ın “Rum’da padişah olduğunun iptidası” imiş. Neşrî’nin, bu ifadelerinden tabii ki Alaeddin Keykubat’ın, Anadolu’daki saltanatının başları olduğunu anlamak gerekir. Cengiz Han, 1219’da Harezmşah İmparatorluğu’na saldırdığına, I. Keykubat da 1220’de tahta çıktığına göre, Neşrî’nin verdiği bilgiler doğrudur.
Neşrî ayrıca Ertuğrul ve halkına, Selçuklu topraklarının ortasında fütühat yaptırmayacak kadar da dikkatlidir. “Bu elli bin göçer ev Erzurum’da ve Erzincan’da birkaç yıl yazın yaylayub kışın kışlayub ol etrafun kâfirlerinden kapup kazub yürürlerdi” dediğine göre öyle büyük bir gaza, hele hele toprak fethetmek gibi kapsamlı bir faaliyet içinde olmadıkları ancak yerleşik komşularıyla bazı sorunlar yaşadıkları söylenebilir. Sonra yine İran’a dönmek istiyorlar. Süleyman Şah ölünce geride Sunkur Tekin, Gün Toğdı, Ertuğrul Gazi ve Tundar (Dündar) adında dört oğlunu bırakıyor. Sürmeli Çukur’a ulaştıklarında Ertuğrul ve Dündar’ın yanında ancak dört yüz göçer ev kalıyor, diğerleri geldikleri yere, “vatan-ı asliyelerine” geri dönüyorlar.
Neşrî, bu aşamada hiçbir gaza faaliyetinden bahsetmiyor. Kalanlar, orada bir süre yaylayıp kışladıktan sonra yine Rum’a yöneliyorlar. Ankara yakınlarındaki Karaca Dağ’da konaklıyor ve sonra Sultan-Öyüğü’ne göç ediyorlar. İlginçtir, Neşrî bunları kendiliğinden bir sürecin parçaları olarak anlatıyor ve Selçukluları ancak Mevlana Ayas’tan işittiği bir rivayeti aktarırken devreye sokuyor. Bu çok meşhur ama başka hiçbir kaynakta olmayan rivayete göre, Ertuğrul, Rum’a yönelmişken I. Alaeddin’i Tatarlarla savaşırken görüyor ve ona yardım ederek zafer kazanmasını sağlıyor. İşte bunun üzerine Alaeddin, Ertuğrul’a Söğüt’ü kışlak, Domaniç ve Ermeni dağlarını yaylak olarak veriyor. O sırada Karacahisar henüz fethedilmemişmiş ama Karacahisar ve Bilecik Alaeddin’e itaat ederlermiş.
Neşrî, “Ol vakıt Ertuğrul henüz nev civândı” diyor ve onun Söğüt’e, aynen Âşıkpaşazâde’nin dediği gibi herhangi bir savaş faaliyeti olmaksızın yerleştiğini söylüyor, “Andan Ertuğrul Sögüd’i makam idindi” diyor. Sonra da Ertuğrul’un Söğüt’e yerleşmesiyle Karaca Hisar vilâyetinin, Germiyan ve Çavdar akınlarından emin olduğunu yazıyor.
Bu noktaya kadar, tabii “Dündar Bey” hariç olmak üzere, Âşıkpaşazâde’nin kurgusuna sadık kalan Neşrî’nin şimdiye kadar anlattıklarıyla çelişki üretse de diğer kaynaklarının anlattığı hikâyeye kulak vermeye başladığı görülüyor: “Dirler ki, birkaç yıldan sonra Karaca-Hisar’un küffarı Ertuğrul’a huzur virmez olub ızhar-ı ‘adâvete başladı”. Karacahisar, Ertuğrul’un yerleşmesiyle “emin” olduysa ve Germiyan saldırılarından korunduysa niye ona düşmanlık göstermeye başlamıştı ki? Neyse, Ertuğrul, Alaeddin’i Karacahisar’a karşı gazaya “tahrik” eder. O da gelir ve kaleyi kuşatır. “Bayıncar Tatar” barışı bozup Ereğli’yi (Konya Ereğlisi) yağmaladığında, Alaeddin geri dönmek zorunda kalır ve kuşatmayı Ertuğrul’a havale eder. O da kaleyi fetheder, ganimetin beşte birini Alaeddin’e gönderir, kalanını gazilere paylaştırır.
Neşrî’nin bundan sonra söyledikleri hem bu hadisenin tarihini belirlememize hem de Şükrullah ve Karamanî Mehmed Paşa gibi vekâyinamecilerin Ertuğrul’un ne kadar süren bir gaza kariyeri sonucunda öldüğüne dair naklettikleri karışık rivayetlerin tashih edilmesine imkân verir. Ertuğrul, bu fetihten sonra iki yıl üç ay dört gün gazaya meşgul oluyor ve ondan sonra Sultan Alaeddin vefat ediyor. Ertuğrul değil! Alaeddin Keykubad 31 Mayıs 1237’de öldüğü için, bu hesapça Karacahisar’a karşı seferin 1235 yılı başlarında olması gerekiyor!
Yalnız Neşrî, Karacahisar’ın, Âşıkpaşazâde tarafından Ertuğrul değil Osman Gazi’ce fethedilmiş olarak gösterildiğinin de farkındadır. Nitekim yeri geldiğinde Osman Gazi’nin Karacahisar’ı 1288’de fethettiğini de anlatacaktır. Neşrî’nin tarihler ve fatihlerin farklı oluşuna bulduğu çözüm basittir: “Ve Bilecük fethiyle Karaca-Hisar’un feth-i evveli arasında yitmiş yıla karib geçti. Zirâ Sultan ‘Alâ üd-dîn-i evvelün vefatıyla Karaca-Hisar girü müminler elinden çıkmışdı. Niçün, anun-çün kim, Sultan ‘Alâ üd-dîn yine tekvurunı içinde ibka idüb haraca kesmişdi.” Böylece, Karacahisar ilkinde Ertuğrul Gazi, ikincisinde oğlu Osman Gazi tarafından olmak üzere iki defa fethedilmiş oluyor. Neşrî’nin iki farklı tarihi böylece açıklamaya çalıştığı ve Osmanlı kronik geleneğinde Âşıkpaşazâde’nin temsil ettiği damarı kategorik olarak reddetmediği görülüyor.
Tabii ki Neşrî’den edinilen bu kronoloji teyide muhtaç bulunuyor. Çok daha önemli bulduğum bir nokta ise, Neşrî’nin, Karacahisar’ın artık Selçuklu hâkimiyetini tanımamaya başladığı dönemde Ertuğrul’un durumunu hangi kelimelerle anlattığıdır:
“Tatar, Rum’a müstevli oldı. Çünki tatar, Rum’a hâkim oldı, mülûk-ı selâcika’nun [Selçuklu sultanlarının] heman bir adı kaldı. Ertuğrul, Söğüt’de sükût idüb mütekaid olub ol diyarı yurt idinüp küffârile müdârâ idüb zindegânîyle meşgul oldı, ta Sultan ‘Alâ üd-dîn Keykubad bin Ferâmürz ibn-i Keykâvus zamanına dek kaldı…”
Ertuğrul, Moğollar Anadolu’ya hâkim olduğunda Söğüt’te uslu bir şekilde oturmuş, emekli olmuş, orasını yurt edinmiş, başka bir yere göçmemiş, yerli Hıristiyanlara karşı alttan almış, yüzlerine gülerek geçimine bakmış… Yani, Moğol tehlikesinden dolayı Rumlarla arasını iyi tutup barış içinde yaşamış. E, nasıl, Âşıkpaşazâde’nin “Ertuğrul zamanında savaş olmadı” demesine benzemiyor mu?