Suriye’de düşen, Suriye’de kalkabilir mi?
Karla kaplı kuraklaşmış bir doğanın içinde, gölün kenarında, dışı camla kaplı Singapurlu bir mimarın elinden çıkmış, soğuk ve estetik bir araya gelince İskandinavya hissi veren modern bir mimari eser.
İçeri girerken son etkinliklerin duyurularını okuyorsunuz:
“Viyola ve keman arasındaki uyumlu ilişkiyi, benzersiz bir performansla sahneye taşıyan bu dinamik ikili, izleyicilere unutulmaz bir müzik deneyimi sunuyor.”
“Hollandalı Multidisipliner performans ve dans sanatçısının yönetmenliği de kendisine ait etkileyici solo performansı”
“Adını Kürtçe ‘yastık’ kelimesinden alan Balgî ismi gibi huzurlu ve sakin anlar vadeden performansıyla Batı modları ve cazı harmanlayan bir grup”
Mekanın adı Tariria ve burası Van.
Tariria, Urartu Kralı Menua’nın çok sevdiği eşi. Hala ayakta duran kilometrelerce uzunluğundaki Menua sulama kanallarını Tariria’ya olan sevgisini ölümsüzleştirmek için inşa ettirmiş.
İstanbul’da Thai lokantaları işleten Vanlı işadamı Bekir Kaya’nın 10 milyon dolara yatırdığı Tariria’nın da rasyonel bir ekonomik yatırım değil, şehre karşı irrasyonel bir sevgi ve sorumluluk hissiyle geleceğe doğru yapılmış bir yatırım olduğu açık.
Burası bir gastronomi merkezi, içinde çok iyi restoran var ama aynı zamanda görkemli salonunda sanat performansları sahneleniyor.
Ama biz buraya yemek ya da konser için gelmedik.
Kurdish Studies Center’ın “Kürt Meselesi’nde Yeni Dönemin Dinamikleri” başlıklı çalıştayı için geldik.
Kurdish Studies Center, Diyarbakır merkezli bir think tank.
Bir gün boyunca sabahtan akşama kadar gazeteciler, akademisyenler, sivil toplumcular ve siyasetçiler son çözüm süreci girişimini, daha çok da Suriye’de son olan bitenler üzerinden konuştu.
En çok geçen kelimeler; Bahçeli, Erdoğan, Suriye, HTŞ, Colani, Hakan Fidan, Kalın, İsrail, İran’dı.
Aslında 40 yıldır üzerinde söylenmedik hiç birşey kalmamış bir mesele üzerine hala bu kadar heyecanla konuşmak tuhaf.
Bundan 24 yıl önce 2000 yılında henüz 20’li yaşlarda, saçları olan ODTÜ’lü bir öğrenciyken, öğrenci kulübümüz boyundan büyük bir işe kalkışıp Van’da “Türkiye’nin Geleceği Geleceğin Türkiyesi”ni konuşuyor diye bir toplantı organize etmişti.
Başbakan Ecevit, Başbakan Yardımcısı Bahçeli’ydi. Erdoğan görevden alınmış ve hapisten kısa bir süre önce çıkmış bir belediye başkanıydı. Van olağanüstü hal bölgesi içindeydi. Ve Türkiye’nin en hararetli gündemi yine PKK, Kürt sorunu ve bir yıl önce yakalanıp Türkiye’ye getirilmiş olan Abdullah Öcalan’ın idam edilip edilmeyeceğiydi.
Toplantının açılış etkinliği Van Belediyesi’nin salonunda yapılmıştı. Salon hınca hınç doluydu. Herkes bizim davetimizle Van’a gelen eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’u dinlemek için toplanmıştı.
Bir yıl önce Yargıtay açılında yaptığı konuşmayla efsane olmuş bir isimdi Selçuk.
Sami Selçuk kürsüye çıktı, yine o günler için cesur bir çıkış yaptı ve idam cezasına karşı çıktı.
Salon alkıştan yıkılmıştı.
O an Van’a hatta meşhur tabirle “bölge”ye ilkkez gelmiş 20’li yaşların başında üniversite öğrencileri olarak hepimiz bize anlatılan resmi hikayeyi sorgulamıştık.
Bir sorun olduğunu tabii ki biliyorduk.
Van Yüzüncüyıl Üniversitesi’nde süren toplantılardan birinin başlığı Güneydoğu Sorunu’ydu.
O günlerde OHAL ilindeki bir üniversitede bu konu ancak bu başlıkla konuşulabilirdi.
Ama üniversiteye bakan albay bu başlıktan bile rahatsız olmuş ve toplantıdaki konuşmacılardan biri olan DYP Van milletvekili Hüseyin Çelik’i uyarmıştı.
Toplantının sonunda Kürtçe müzikler yapan grubun konseri de ayrı bir krize dönmüştü. İki ÖDP’li arkadaş problem çıkaran komutanı üniversitenin restoranında rakı içmeye götürerek sorunu pratik bir şekilde çözmüştü.
25 yıl sonra bu problemlerin çoğu zannedildiğinden daha kolay ve pratik yöntemlerle aşıldı.
Güneydoğu Sorunu’na artık Kürt Sorunu deniyor, içeriğinde farklı problemler, talepler, başlıklar var ama hala Türkiye bunu tartışıyor.
Bahçeli hala MHP lideri. 25 yıl önce Öcalan’ın kaderi belirleyen iktidar ortağıyken.
Bugün PKK’ya silah bıraktırma çağrısı yapmak üzere Meclis’e çağıran iktidar ortağı.
Aslında Öcalan, yakalandıktan sonra PKK’ya silah bırakma çağrısı yapmıştı.
Bu çağrı üzerine PKK’lılar Türkiye’den çekilmiş, PKK kendisini fesh ettiğini açıklayıp Avrupa’da KADEK diye bir parti kurulmuştu.
Ama sonra 2003’de ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ı devirmesiyle PKK beklenmedik bir fırsat yakaladı, Bekaa’dan Kandil’e taşındı, dağılan Saddam ordusundan yüklü miktarda cephanelik buldu.
Zaten PKK, Türkiye’nin katılığı ve uluslararası fırsatlarla ömrünü uzatmış bir örgüt.
1979’da Türkiye’de Kürt bile henüz resmen yokken, Öcalan’ın kendisine Şam’da ev ve Bekaa’da kamp bulması tabii ki soğuk savaşla doğrudan ilgiliydi.
Yoksa kendi Kürt vatandaşlarına kimlik dahi vermeyen Hafız Esad Kürtlerin bir dostu değildi.
Ama SSCB’nin en sağlam müttefikiydi.
Türkiye NATO üyesiydi ve SSCB’nin soğuk savaşta “her NATO üyesine bir silahlı örgüt” stratejisi vardı.
1992’de arşiviyle İngiltere’ye sığınan KGB çalışanı Mitrokhin’in belgelerine göre PKK’ya kamplarını açan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucularından Wedi Haddad, KGB ajanıydı.
1991’de Sovyetler çöküp, Türkiye’nin de içinde olduğu “hür dünya” kazanınca, Türkiye bunu Kürt ve PKK meselesini çözmek için bir fırsat olarak gördü. HEP’in kurulmasına ve Meclis’e girmesine izin verilmesi, Özal’ın başlattığı ateşkes girişimleri, Demirel’in Kürt realitesini tanıyoruz çıkışı bu açılımın parçalarıydı.
PKK da ideolojik formasyonunu revize etti.
Ama aynı sırada ABD, Irak’a müdahale edince, PKK için başka fırsat pencereleri ortaya çıktı ve Özal da ölünce bu açılım 93’teki kanlı süreçle kapandı.
Öcalan’ın 1999’da yakalanması, Öcalan’ın PKK’yı lağvetmek için attığı adımlara rağmen, Kürt dosyasına askerlerin baktığı Ankara bir türlü esnemedi. Bir saatlik Kürtçe TV yayını bile olay oldu.
Tam bu sırada 2003’de Irak işgaliyle PKK yeni bölgesel ittifaklar ve imkanlar elde etti.
Bunu tersine çevirmek isteyen AK Parti iktidarı DEP’li milletvekilleri çıkarıp, 2005’de Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasıyla ön almaya çalıştı ama Türkiye’nin içinde siyaset ve ordu arasındaki güç mücadelesi buna izin vermedi.
2011’de Arap Baharı ile bütün bölge ve Suriye bir kere daha çalkalanırken Türkiye, bu kaotik hali bir güvenlik sorunu ve bir fırsat olarak gördü ve çözüm sürecini başlattı ama PKK bir kez daha uluslararası bir krizi fırsata çevirdi.
PKK, Suriye’de Esad rejimine isyan eden muhalifler içinden Kürtleri çekmenin karşılığı olarak İran’ın, hatta Kasım Süleymani’nin aklıyla Rojava bölgesini aldı. PKK, çözüm sürecinde bizzat Öcalan’dan gelen çağrılara, tekliflere dönüp bakmadı, sonra Kobani krizi ile Kürtler de ilgilerini barıştan, Suriye’deki kazanımlara çevirdiler.
Ne şansızlık ki Türkiye’nin esnediği ve açıldığı anlarda, bölgesel krizler çıktı ve PKK fırsatları değerlendirmeyi tercih etti, PKK’nın çözüme yakın olduğu anlarda ise Türkiye gerekli esnekliği gösteremedi.
Şimdi bölgede yeni bir alt üst oluş var. Türkiye, bu kez Bahçeli üzerinden bu krizi fırsata çevirmek için bir girişim yaptı.
PKK için bu kriz yine büyümek ve kazanım elde etmek için bir fırsattı.
İran’ın bölgede azalan etkisi, İsrail ve ABD’nin bölgede artan gücü ile PKK, Türkiye’nin teklifiyle çok heyecanlanmadı.
Ama Türkiye destekli muhalifler İran ve Rusya’yı Suriye’den silip, Esad’ı devirince Türkiye’nin teklifinin cazibesi arttı.
Çünkü diğer alternatifler azaldı.
Bahçeli, 1 Ekim’de açılıma başladığında Türkiye’nin teklifi havadaydı ve PKK’nın Suriye’de başka seçenekleri de vardı.
Ama bugün itibarıyla Suriye’de Türkiye’nin eli güçlendi, YPG’nin eli zayıfladı.
Bahçeli’nin PKK’ya Türkiye’ye karşı silah bırakma teklifi karşılığı Suriye’de verilmek üzere daha cazip bir teklif haline geldi.
Toplantıdaki bazı konuşmacıların söylediklerinden hala ABD ve İsrail’in etkisine aşırı anlamlar yüklendiğini düşünenler olduğu anlaşılıyor.
ABD, Türkiye’nin Suriye’de Kürtlerin kazanımlarına karşı tavrını dengeleyecek bir güç olarak görülüyor.
Muhtemelen PKK da böyle görüyor. Ama Suriye’de Esad devrildiğinden beri ses çıkmayan Kandil’in kafasının karışık olduğu açık.
Van’daki toplantıda Suriye’deki son gelişmelerin Türkiye’deki çözüme pozitif etki yapacağı fikri konusunda ümitvar olanlar da vardı, umutsuz olanlar da.
Suriye ile Türkiye’deki çözümün bir bağlama oturduğunu düşünenler çoktu ama toplantıdan bir gün önceki Hakan Fidan’ın YPG açıklamalarıyla bunun zorlaştığını düşünenler de vardı.
Toplantıda süreçle ilgili kamuoyu araştırma sonuçları açıklandı.
Bu belirsiz haliyle bile yüzde 40 destek olması çok iyi bulundu.
İran’ın bölgedeki etkinliğinin azalmasının PKK’yı Türkiye’ye yaklaştıracak bir fırsat olarak görenler vardı, Türkiye’nin bu fırsatı Suriye’de fetihçi heyecanlara kapılarak YPG’ye karşı kullanıp berbat edebileceğinden endişe edenler de.
Suriye’de olanlar 1989’da Avrupa’da olanlara benzetildi.
Ama Kürt meselesini, çözümü konuşanlar Erdoğan, Bahçeli, CHP her konuda ayrıntılı analizler yaparken bir aktörü es geçiyor: PKK.
Peki PKK?
Hizbullah ve Hamas’ın son İsrail saldırılarıyla etkisinin azalması sonrası bölgede ve hatta dünyada hala varlığını sürdüren en eski silahlı örgüt PKK oldu.
Soru şu: PKK daha ne kadar böyle sürecek?
Yıllarca PKK’nın Kürt sorununun sebebi değil sonucu olduğu tezi ileri sürüldü.
Ama bugün PKK’nın varlığının Türkiye’deki Kürtlerin mücadelesine bir katkısı yok, tam tersine güçlenen Kürt siyasetini ve Kürtlerin kazanımlarını kriminalize etmekten başka bir işe yaramıyor.
Bugün Türkiye’de Kürtlerin acil sorunları olarak öne çıkan tutuklu siyasetçiler ve kayyımlarla meseleleri sadece Türkiye’deki hukuk ve demokrasi standartlarının gerilemesiyle ilgili değil, doğrudan PKK’nın varlığıyla ilgili de meseleler.
Yani PKK artık Kürt sorununda bir sonuç değil, aynı zamanda bir sebep.
PKK’ya Türkiye’den katılım tarihinin en düşük düzeyinde, yeni silah teknolojileri gerilla örgütlerine eylem izni vermiyor, Kürt siyaseti kayyımlar ve tutuklu siyasetçilere rağmen artık meşru ve güçlü.
PKK’nın odağı da uzun süredir Türkiye değil Suriye.
Neredeyse 20 milyon Kürdün yaşadığı Türkiye’deki meseleleri ve talepleri unutmuş, sadece 2 milyon Kürdün yaşadığı Rojava’ya ilgisini çevirmiş bir PKK var.
Aslında Kürt kamuoyunun da Kürt meselesi deyince aklına ilk gelen mesele artık Suriye.
Son iki ayda Diyarbakır, İstanbul ve Van’da katıldığım Kürt meselesi ve çözüm merkezli toplantılarda da konu dönüp dolaşıp Suriye’ye ve Rojava’ya geliyor.
Türkiye’deki Kürtlerin sorunlarından pek bahseden yok.
Türkiye’deki hukuk ve demokrasi sorunlarından şartların çözüme uygun olmadığını anlatmak için bahsediliyor ama sonra çözümden bahsedilirken sadece Suriye ve Rojava konuşuluyor.
Eğer mesele bir dış politika meselesiyse, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk standartlarıyla konunun doğrudan ilgisi yoksa, bunu bugünkü iktidar ve bugünkü Suriye denklemi içinde çözmek mümkün demektir.
Yani aslında önümüzde Suriye denklemi ile çözüm için bir fırsat var.
Türkiye eğer Suriye’deki gücünü hevesli bir yayılmacılıkla değil de, emperyal bir soğukkanlıkla kullanırsa, Kuzey Suriye ve bölünmeye değil, Şam’a ve büyümeye yoğunlaşırsa bir taşla iki kuş vurabilir.
En azından bu şartlar PKK’nın Türkiye’ye karşı bir silah bırakma kararı almasını sağlayabilir.
Bu da Türkiye’deki diğer hukuk ve demokrasi sorunlarının çözümü için hayati bir adım olur, Kürtlerin diğer taleplerinin konuşulmasının önünü açar.
2015’de Suriye’de düşen çözüm, 2025’de yine Suriye’den düştüğü yerden kalkabilir.
İlk defa iki tarafın da çıkarına olan bir fırsat var.
Van’daki toplantıda da Türkiye’nin 100 yıllık Kürt sorununun en hararetli kısmı sınırımızın ötesindeki 1960’ların Türkiyesini yaşayan küçük Kürt şehirlerinin statüsü meselesi olunca, hemen yanı başımızdaki esas ümidi ve değişimi çok az insan görebildi.
O ümidin içindeydik. Kafanı kaldırıp bakman yeterliydi.
Van’da bir sanat ve gastronomi merkezinde bunları konuşuyorduk.
Artık bu hayat tarzı, bu normalleşme, bu orta sınıflaşma bu ülkede çatışmaya, silaha, kavgaya izin vermiyor. Kaliriförerli apartmanlardan, iyi okullardan, şık kafelerden, sanat merkezlerinden çıkıp kimseyi savaşa, dağa göndermek mümkün olmuyor.
Yani zaman ve sosyal dinamikler, trendler çözümden yana.
Bu trendi görmeyenler ise ayrıntılarla Türkiye’ye, Kürtlere zaman kaybettiriyor.