Körleşme ve aynada iskeletini görmek
İnsan, en çok da kendine kördür! Bir duvar, ne demeli bilmem, bir masal örer kendine, yaşadığı süreçte… Sonra o masalın etrafını çevirir, ortasına bir taht kurar, oturur. Kendi inşa ettiği yalana inanır. Ondan olsa gerek, İsmet Özel bir yazısında “Herkes kendi masalını yıkmalı” diyordu. Kolay mı? Değil! İnsanın zamanla, giderek pekişen, kemikleşen, kendine dair inşa ettiği bir fildişi kule var. Onun için demiştim; “İnsan en çok kendisine kördür”!..
İsmet Özel demişken, “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar”da;
“söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında”
der. Aynada iskeletimizi görmek, kanaatimce hayattaki en zor şeylerden biridir. Dedim ya insan kendine kördür, bırakın iskeletini görmeyi, boyunun ölçüsünü, kaç çektiğini bile kolay kolay göremez. Gerçekten kaç kişi var aynada iskeletini görebilecek keskin gözlü, tahammülkâr?..
Körlük deyince, aklıma H. G. Wells’in “Körler Ülkesi” adlı kitabı geldi. Bu, yukarıda anlatmaya çalıştığım, insanın körleşmesini konu edinen müthiş bir öyküdür. Dağcı Nunez bir gün kaza sonucu on dört nesildir kör olan bir ülkeye düşer. Körler ülkesinin vatandaşı Pedro, bu yabancıya sorar:
- Demek dünyaya geldin!
Hayır der dağcı Nunez “Dünyadan geldim”
Herkes, kendi varlık dünyasında, kendi dünyasını gerçek biliyor. Pedro’ya göre dünya sadece yaşadıkları ülkeden ibaret. Onun içindir “Demek dünyaya geldin” demesi. Nunez de öyle! “Dünyadan geldim” diyor. Hangisinin dünyası gerçek? Bizim de varlığımız kendi vücut iklimimiz değil mi? Zamanla duvarlarla ördüğümüz, giderek benliğimizi gökdelen gibi yükselttiğimiz, belki de kendimizi güvende hissettiğimiz masalımız, ben kalemiz… Körleşme bu. İnsanın kendini bir yalana hapsetmesi, gerçeğinden kopması.
Aynaya bakmak zor! Belki de ondan, giderek kendine körleşmesinden dolayı ıstırap çeken öznenin kendini bilme arzusundan dolayı Necip Fazıl “Çile”nin üçüncü bölümünde “Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?” der. Ama ayna bulanıktır.
Bilginin en yücesi, en kıymetlisi kendini bilmektir bence, yani “aynada iskeletini görebilmek”…
Ama insanlar... Demokrasi... ‘Her şey şeffaf olmalı bir toplumsal düzende!’ diyor birisi. Herkes herkesi, her şeyi çırılçıplak görmeli mi peki? Görmek bu mu? Hayır, her insanın içinde belki de kalbinin en dip köşesinde ancak masal yıkılınca bulunabilecek, Tanrı’nın koyduğu bir cevher/ öz ya ‘kendi’ vardır. Namık Kemal’in “ten kafesi” dediği şeyi ya da “Hüsn ü Aşk’taki gibi kalp kal’asını yıkıp içerü girilmedikçe görülmez. Onun için zordur, onun için diyor şair bunu başarabilecek “kaç kişi var şunun şurasında”
Ya narsist?.. O masalına aldanır, aynada gördüğü kendisi değil masalıdır.
Masalla kuşatılan ben, mahpus ben. O hâlde körleşme, masala kapılma, beni hapsetme. Yunus’un söylediği “Bir ben vardur bende benden içerü” dediği içteki ‘ben’i.
Ne yapmalı? İsmet Özel’e Neşati cevap veriyor:
“İtdük o kadar ref’-i taayyün ki Neşati
Âyine-i pür-âb-ı mücellâda nihanız”
Yani der ki kadîm şair; benliği yıkıp varlığı o derece yükselttik ki, artık o tertemiz, pir ü pâk gönlümüzde, gönül denen o lekesiz aynadayız.
Masalı yıkmak budur işte. Şinasi’nin “Münacât”ında ‘basiret-basarı’ dediği görmek bu!..
Yine diyorum; insan en çok kendine kördür, en çok kendine bakamaz.
Dorian Gray’in portresi, kendini gösteren aynaydı, körleşen bir göze tutulan ayine-i âteş!
Haydi bir şiirle bitireyim:
“Çıkamam aynalar aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti
Gelemem, aynalar yolumu kesti”