‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, William Faulkner’ın ‘deneysel modernist’ yazarlığının onu Güney edebiyatı içinde özel kıldığını dile getiriyor.
William Faulkner 10 Aralık 1950’de Stockholm’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul töreninde yaptığı konuşmada iyi bir yazıyı mümkün kılan tek şeyin ‘kendisiyle çelişen insan kalbi’ olduğunu söylemişti. Faulkner böyle bir kalbe sahipti. Kendi hayatında çelişkilerin, iç çatışmaların insanıydı. Malcolm Cowley’e yazdığı 11 Şubat 1949 tarihli mektupta ‘özel bir birey’ olduğu ifadesine yer vermişti. Gerçekten öyleydi, içindeki çelişkiler sayesinde.
William Faulkner’ı Güney edebiyatı içinde çok farkı ve çok özel kılan, Tim A.Ryan’ın ifadesiyle onun “deneysel modernist” bir yazar olması, yenilikçi bir roman estetiği yaratmış olmasıdır. Örneğin bu satırların yazarının çok sevdiği bir diğer Güneyli yazarla Thomas Wolfe ile kıyaslandığında Faulkner’ın radikal roman estetiği ve tekniği çok belirgin biçimde fark edilir. Thomas Wolfe harika bir anlatıcıdır, romanları uzun bir nehir gibi akar, okur nehrin sularına kapılır, sürüklenir. Ne ki, Wolfe yenilikçi olmaktan olabildiğine uzaktır. Beri yandan Faulkner’ın ne denli radikal bir roman estetiği ve anlatım tekniği yaratmış olduğunu kavrayabilmek için Ses ve Öfke’yi okumak yeter.
Faulkner’ın başyapıtı sayılan Ses ve Öfke’de eski plantasyon düzeninin gerileyişini, plantasyon aristokrasisi Compson Ailesi’nin dağılışını, modern Güney’in doğuşunu çok özgün bir üslup ve yeni bir teknikle anlatır. Compson Ailesi’nin üç çocuğu ailelerin çöküşünü ayrı ayrı aktarırlar. Hayal kırıklığına uğramış aşırı hassas, entelektüel Quentin, acımasız ve materyalist Jason, bilişsel engelli Benjy. Özellikle bu sonuncusunun bakış acısından anlatılan bölüm Tim A.Ryan’ın ifadesiyle ‘modernist bir güç gösterisidir’.
Faulkner ırkçılığın yoğun olduğu bir bölgede ve dönemde yaşadı ve yazdı. Irk ilişkileri konusundaki düşünceleri, duyguları bazı noktalarda ortalama bir Güneyli beyazdan farklı değildi, beyaz komşularıyla benzer önyargıları taşıyordu. Gençliğinde Mempshis’de yayımlanan bir gazetenin editörüne yazdığı mektupta skandal sayılacak yüz kızartıcı ifadeler kullanmış; linç güruhlarının mahkemelerdeki jüriler gibi adaleti sağladıklarını belirtmişti. Life için yazdığı bir makalede ise ırkçılığı sona erdirmeyi, ırksal eşitliği gerçekleştirmeyi amaçlayan NAACP (Renkli İnsanların Gelişimi İçin Ulusal Dernek) ile özellikle Brown v.
Eğitim Kurulu Davası’nda Yüksek Mahkeme’nin siyahların beyazlarla aynı okullarda eğitim görmemesini Anayasa’ya aykırı bulan kararından hoşnutsuzluk duyan beyazların ırksal üstünlüğünü savunan unsurların örgütlediği Yurttaş Konseyleri (Citizen’s Councils) arasında paralellik kurmuştu. İlerideki yıllarda bir yazar olarak ün kazandığında ırk konusunda kamuoyuna yaptığı açıklamalarında, yazılarında daha temkinli davrandı; yazdıkları çoğu kez net olmaktan uzak, karmaşık ve kafa karıştırıcıydı.
1955 yazında Mississippi’de Emmett Till adlı on dört yaşında siyah bir çocuk bir kadını taciz etmekle suçlanmış, linç edilmişti. Tamamı beyazlardan oluşan jüri çocuğu vahşice öldürenleri suçsuz bulmuştu. Güney’in en ünlü yazarı Faulkner, Emmett Till’in cansız bedeninin bulunmasından iki hafta sonra bir açık mektup yazdı. İnsanlığın sadece dörtte birini oluşturan beyaz ırkın siyahlara karşı suç işlemeye devam ederek mi hayatta kalabileceklerini soruyordu. Ayrıca Till’in öldürülmesinin Amerika’nın Soğuk Savaş’taki özgürlük ve adalet söylemini yalanladığını, Amerika’nın özgürlükçü tarafı temsil ettiğine dair iddiaların bundan böyle inandırıcı olamayacağını da ileri sürdü.
Faulkner dokuz ay sonra Harper’s Magazine’in Haziran 1956 sayısında Till davasına geri döndü, bu kez ‘korku’ üzerinde duruyordu. Olayda silahlı iki yetişkin geceleyin on dört yaşında siyah bir erkek çocuğunu kaçırmışlardı. Çocuk tek başına silahsız korumasız olmasına rağmen korkmamıştı; ama onu kaçıran silahlı yetişkinler korkmuş ve onu yok etmişlerdi. Faulkner ayrıca bir radyo muhabirine “Güneylilerde deneyimlediğim şey nefret değil, korku” demişti. Irkçılığın kökeninde nefreti değil, korkuyu görüyordu.
1950’lerin başında Güney’i derinden etkileyen sivil haklar hareketi yükselişe geçti. Siyalar ve harekete omuz veren beyaz aktivistler ırk sorunun çözülmesi yönünde ciddi bir kararlılığa sahiptiler. Faulkner o dönemde Nobel ve Pulitzer ödüllerini kazanmış itibarlı bir yazardı. Irk sorunu, sivil haklar konusunda söyleyecekleri önemliydi ve etkili olacaktı. Güneyli bir entelektüel olarak sivil haklar hareketine hiçbir zaman açık destek vermedi. Aktivistlere itidal telkin etti, ölçülü olmalarından ve yavaş ilerlemelerinden yanaydı. Esasında kendi kaygılarını dile getiriyordu; sonuçta o da sivil haklar hareketinin yükselişinden endişelenen Güneyli bir beyazdı.
Faulkner’in doğduğu ve büyüdüğü topraklar, Mississippi ve dolayları ‘kültürel çorak ülke’ olarak görülmüştür. Siyah kültürü görmezden gelir, yok sayar, varlığını reddederseniz bu doğru. Oysa söz konusu coğrafyaya zenginlik kazandıran köklü bir siyah gelenek var; bu kültürel gelenek kendini en yoğun, en etkili biçimde müzikte, özellikle de blues’da duyuruyor.
Tim A. Ryan blues müzisyenlerini dünyanın en eski hikâye anlatıcısına benzetiyor ve onların ‘pamuk tarlalarının Homer’leri’ olduklarını belirtiyor. İlginç bir benzetme, ama eksik. Güneyde blues sadece pamuk tarlalarında değil, her yerde ve gündelik hayatın her anındaydı. Mississippi kıyısında izbe mekânlarda, kulübelerde, tren istasyonlarında, berber dükkânlarında, kırlarda dörtyol ağızlarında, tenha ıssız kasabaların köşe başlarında... Blues Güneyin “kalp atışı”ydı.
Blues siyahların ıstıraplarını dile getiren, hemen her gün maruz kaldıkları beyaz şiddete ve Jim Crow terörüne göndermeler yapan trajik bir müzikti. Akademisyen ve blues armonikası müzisyeni Adam Gussow, Seems Like Murder Here (Cinayet Gibi Görünüyor) başlıklı kitabında blues’un beyaz şiddete, beyaz şiddetin nihai biçimi olan linçe karşı çoğu kez kodlanmış bir tepki olduğunu belirtir. Gussow’a göre siyahlar şiddete karşı blues’la direniyorlardı, bu müzik onların ruhlarını güçlendiriyor, korkuyu uzak tutuyordu. Yaşadıkları zor zamanların, hayatlarındaki dramatik anların müziğiydi. Siyahlar blues’un içinde konuşuyorlar, ıstıraplarını ve itirazlarını blues’da dile getiriyorlardı.
Faulkner, Güneyli beyazların ırk konusundaki çoğu önyargılarını paylaşıyor; ama siyah müziği, özellikle de blues’u seviyor, bu müziğin Güney’in kültürüne zenginlik kattığını düşünüyordu. Dahası blues onun roman ve hikâyelerini de etkilemiştir. “Akşam Güneşi”.blues müziğinin birkaç açıdan etkisini yoğun biçimde duyurduğu bir hikâyedir. Hikâyedeki siyah karakterleri yaratır, olay örgüsünü geliştirir ve dramatik yapıyı inşa ederken blues anlatılarından yararlanmıştı.
Faulkner’in bazı roman ve hikâyeleri bir tür Güney gotiğinin, Güneye has tekinsiz bir edebiyatın örnekleri sayılabilir. Beyaz ırkçı güruhların, linç çetelerinin bedenlerini parçaladığı, yaktığı, ağaca astığı, nehre attığı siyahların hayaletleri onun öykü ve romanlarına musallat olurlar. Jim Crow döneminde ağaçlarda, telgraf direklerinde siyah bedenler sallanıyordu; parçalanıyor, yakılıyor, asılıyorlardı. Faulkner’in büyüdüğü coğrafyada halka açık dehşet verici bir spordu linç. Beyazların oynadığı, beyazların izlediği bir spor.
Linç olayları Faulkner’ın unutamadığı çocukluk anlarını arasındadır. Linçin dehşeti onun belleğinde canlı kalmıştır. İşte bu nedenle ırkçı şiddetin kurbanı olan siyahlar onun romanlarında, hikâyelerinde geri dönerler. 1908’de Oxford’da, evlerinden pek uzakta olmayan kasaba meydanında beyaz bir kadını öldürmekle suçlanan Nelson Patten adlı kaçak içki imalatçısı siyah erkek hapse konulmuş, ancak linç güruhu tarafından oradan alınarak kasaba meydanında direğe asılmıştı. Bu olay vuku bulduğunda Faulkner on bir yaşındaydı. Kasabadaki o terör gecesini hiç unutmadı Olaya doğrudan tanıklık etmemişti, ama hapishaneyi basan, meydanında toplanan linç güruhunun sesleri evlerinden duyulmuştu. O sesler bile ürkütmeye, dehşete düşürmeye yetmişti. Nelson Patton’ın hayaleti ona hep geri döndü, beraberinde linç edilmiş siyahlar için yakılmış ağıtlar getirdi; blues müziğiyle birlikte çıkıp geldi.
“Akşam Güneşi”nin bu olaya dayandığı belirtilir. İlk kez 1931’de American Mercury’de yayınlanan, izleyen yıllarda pek çok kez antolojilerde yer alan hikâyenin başlığını W.C. Handy’nin çok popüler bestesi ‘St. Louis Blues”un’ ilk dizesinden almıştır: “Tanrım! akşam güneşinin batışını görmekten nefret ediyorum”.
W.C Hardy’nin blues tarzı bestesi kocası tarafından terk edilen bir kadının hikâyesidir. Kadın sert, acımasız, ‘kaya gibi kalbi’ olan erkekten yakınır. Her gün batımında sevgilisini hatırlar. Akşamüstleri güneşin batışıyla birlikte acısı, özlemi ve yalnızlığı yoğunlaşır. Faulkner’in öyküsünde ise güneş batarken siyah çamaşırcı kadın Nancy korkuya kapılır. Çocuk beklemektedir, ama sevgilisi Jesus onun beyaz bir adamdan hamile kaldığından şüphelenerek birlikte yaşadıkları evi terk etmiştir. Nancy, Jesus’ın onu öldürmek için geri döneceğinden korkmaktadır.
Hikâye, Ses ve Öfke ile birkaç açıdan bağlantılıdır. Öncelikle hikâyeyi anlatan Quentin Compson, Faulkner okurlarının yabancısı değildir. Compson ailesinin bu çok hassas, içedönük, nevrotik oğlu Ses ve Öfke’de Harvard’da öğrenim görmek için Boston’da gittiğinde yirmi yaşında kendini Charles Nehri’nin sularına bırakarak intihar etmişti. Faulkner unutulmaz karakteri Quentin Compson’a Nancy’nin trajik hikâyesini anlatması için bir şans daha tanır; onu hayata döndürür, ama bu kez yirmi dört yaşındadır. Quentin kardeşlerinin aksine siyah çamaşırcı kadını dış dünyada bekleyen tehlikelerin farkındadır, onun endişelerini ve korkularını anlar.
Kaynaklar:
Faulkner, W. (1993), O Akşam Güneşi, çev. H.Koç, YKY
Faulkner, W. (2004), Ses ve Öfke, çev.R.Güran, YKY
Gussow, A. (2002), Seems Like Murder Here, University of Chicago Press
Ryan,T.A. (2015), Yoknapatowpha Blues, Louisiana State University