Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler, Cumhuriyet döneminde tekrar yeşeren ‘İslamcılık’ politik ideolojisinin ahlaki performansı üzerinde değerlendirmelerde bulunuyor.
Hilafet-Şeriat-Tarikat kurumları ile varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu, Sanayi Devriminden sonra Batı ve Rusya tarafından saldırılara uğradı. Bu saldırılara karşı koyamayıp parçalanma sürecine giren imparatorluğu kurtarmak için “Üç Tarz-ı Siyaset” geliştirildi: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. İslamcılık ideolojisini II. Abdülhamit öncülüğünde “Sebilurreşat”, “Sırat-ı Müstakim”, “Volkan”, “İslam” … mecmuaları etrafında kümelenen aydınlar savundu. Abdülhamit, Batıcı ve Türkçü ağırlıklı “İttihat ve Terakki” partisi tarafından tahtından indirildi. Birinci Dünya savaşına sokulan devlet, dağıldı. Ülke işgal edildi. M. Kemal’in öncülüğünde Milli Mücadele başlatıldı. Bugünkü topraklarımız kurtarılarak bir dizi politik-kültürel devrimlerle bugünkü devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Şeriat, Hilafet, Tarikat lağvedilerek seküler bir ulus devlet kuruldu. Bu yazıda Cumhuriyet döneminde tekrar yeşeren “İslamcılık” politik ideolojisinin ahlaki performansı üzerinde duracağız.
1- İKİ BİNLİ YILLARIN BAŞINA KADARKİ DURUM
İslamcıların entelektüel performansı devleti ve düzeni kurtarmaya yetmedi. Buna şahit olan Batıcılar ve Türkçüler, yeni devleti çağın egemen paradigması olan Milliyetçilik ve Seküler değerler üzerine kurdular. Şeriat, Hilafet ve Tarikat ilga edildiği gibi; toplumun bazı dinsel sembolik-kültürel kapitalleri ile de oynandı. Ezan, Türkçeye çevrildi, şapka giyme mecburiyeti getirildi, alfabe değiştirildi, Kur’an öğretimi yasaklandı, Hacca gitmeye sınırlamalar getirildi, Ayasofya camisi müzeye çevrildi. Devlet dairelerinde ve eğitimde başörtüsü yasaklandı. İllegal/yeraltı Cemaat (Nurculuk) ve Tarikat (Nakşilik) oluşumları cezaî takibata uğradı. Bu uygulamalar, muhafazakâr halk yığınlarında devlete ve seküler elitlere ve politikacılara karşı ciddi bir içerleme ve uçuklama yarattı.
1950 sonrası demokrasiye geçilince, Demokrat Parti, bu uygulamalarda bazı gevşetmeler yaptı. Muhafazakâr halkın sempatisini kazandı. Seküler elitler ve askeri bürokrasi, kendilerine “iç-hizmet kanunu” ile verilen “Devrimi kollama ve koruma” misyonu ile, bu adımları “karşı devrim” gibi algılayarak darbe ile seçilmiş hükumeti devirdi ve üç önderini idam etti. Bu olay, muhafazakârlardaki içerleme ve uçuklamayı derinleştirerek kangren haline getirdi. 1960-2000 arası sağcı muhafazakâr politikacıların (Demirel, Erbakan, Özal) daha dikkatli davranmalarını doğurdu. Çünkü Askeri vesayet devam ediyordu. Buna rağmen muhtıra ve müdahaleler devam etti (12 Mart muhtırası, 1980 darbesi, 28 Şubat…)
Osmanlı döneminde epeyce “Vahdet-i Vücut” şarabı içmiş mistik-mutasavvıf Türk Müslümanlığı, gayri müslim ahaliye son derece toleranslı olmuşken (Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana’nın söylemleri); Kur’an’da yaratılan “İman-Küfür” ve “Adalet-Zulüm” ikilemini de ciddi düzeyde sulandırdığı bilinmektedir.
Siyasal erk/Sultan, tarikatlar (tekke) ile simbiyoz bir ilişki geliştirmiştir (Derviş Devlet). Medrese ve Tekkede kristalleşen Sünnilik, bireysel vicdanı diriltmek veya Kur’an’a dayanan bir dindarlık yerine; “Amentü (Akaid)” ve “İlmihal-İbadet” e ve kişi kültüne (şeyh, veli, lider) dayanan ajandası belirlenmiş (İslam’ın beş şartı, 32 farz, 54, farz…) taklide/tekrara dayanan bir dindarlık oluşturmuştur. Oysa, Kur’an’da ortaya konan “dindarlık”, ayık olunduğu süre/gün boyu, her tekil ilişkide canlı bir iman ve diri bir vicdanı gerektiren, tetikte/teyakkuzda (takva) olmayı muhtevidir.
Siyasal, iktisadi, hukuki, ahlaki, bilimsel alanları son derece sorunlu olan; bu yüzden de devleti deruhte edemeyen, son yüz yılda bazı yenileşme çabaları gösteren bu teoloji, Cumhuriyet döneminde, anakronik olarak yeraltında korunmaya ve yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet dönemindeki Cemaatler, Tarikatlar, Şairler (N. Fazıl, S. Karakoç, İ. Özel…) ve siyaset (Millî Görüş ve AK parti) bu çabanın failleridir. Dini hayatta bir tecdit, ihya, rönesans yaratılamamıştır; taklit, tekrar, itiyat, görenek, ezber ve taassup egemendir.
Geleneksel fıkıh mirasından “Daru’l-Harp” kavramına haiz olan muhafazakâr bilinç, Cumhuriyeti/devleti “meşru” görmediği için, devletle ilişkisinde bazı “haram”ları kendilerine “mübah” görmüştür. Oysa Kur’an, Müslüman olup, -Hicretten sonra- Mekke’den Medine’ye sığınan mümin kadınlara müşrik kocalarından aldıkları mehirleri geri vermelerini; mümin erkeklere de müşrik karılarını boşadıktan sonra, harcadıkları mehri, yeni evlendikleri müşrik kocalarından geri almalarını emretmiştir (60/10). Yani, savaş hali veya düşmanlık durumu dahil, hiçbir koşulda ahlaksızlık yapılamaz. Bilge devlet adamı A. İzzet Begoviç’in dediği gibi: “Savaşta düşmana benzediğimiz takdirde, “savaş”ın anlamı kalmaz.”
Siyaseti “Harp/Hile” olarak gören bu bilinç, “Takiyye” yapmayı da meşru görerek, kendini siyasal ahlaka karşı ciddi düzeyde “kayıtsız” addetmiştir. Fetö, bunun en tipik örneğidir. Seküler devlet elitlerinin muhafazakârlara karşı uygulamış olduğu “Kurucu şiddet” veya işlemiş olduğu asli günah (aşağılama), muhafazakârlarda bir kısas/rövanş, hınç/kin, intikam duygusu yaratmıştır: Devleti ele geçirmek için, -şiddet hariç- adetâ her yol meşrudur.
2- SON YİRMİ YIL
İki binlerden sonra kurulan Ak parti ve onun “çatal yürekli”, “gözünü budaktan sakınmayan”, “omurgalı”, “dik-duran” “karizmatik” lideri (halife/sultan), bu rövanş politikasını demokratik seçimlerle iş başına gelip, devlet gücünü önce parti ile sonra da kendisi ile özdeşleştirerek yürütmektedir. Muhafazakârlar, aradığı “Lider”i bulduğu için, peşini bırakmamıştır. Bahsetmiş olduğumuz tarihsel bagaj/hafıza, onu, hikmetli bir “Devlet Adamı” olmak yerine; bir “Kahraman” olmaya sevk etmiştir. Kahramanlığının başlangıcında okumuş olduğu şiir (“Minareler, süngü-Kubbeler, miğfer/Camiler, kışla-müminler, asker”), bunun dışavurumudur. Sayın Erdoğan’ın, kendini “Hakikat (Sünni İslam)” ile özdeşleştirmesi, siyaseti, “Hukuk” yani Anayasal çerçevede, kurum, kural, istişare, uzlaşma, icma ile yürütme yerine; daha ziyade, kendi “doğru”ları çerçevesinde yapmaktadır: ”Kanun Devleti”. Bu durum, örneklik olarak vatandaşlara da sirayet eder: “Balık, baştan kokar.” Vatandaşlar, aralarında bir anlaşmazlık çıktığında “polis çağırma”, “mahkemeye başvurma/verme” yerine; mafyöz ilişkilere girme, kendi sorununu kendi çözme, intikam alma, sokak çatışmalarına girme artmaktadır.
Mutlak hakikate haiz olma vehmi, elinden geldiğince, gücü/iktidarı/devleti elde tutma güdüsünü doğurur. Kamuoyunda sık sık dile getirilen “Nefret söylemi”, “Kimlik siyaseti”, “Kutuplaştırıcı dil”, iktidarda kalmanın “siyasi” bir aparatıdır. Bu durumda, da siyasal ahlakın ciddi düzeyde ihlale açık olduğu, izahtan varestedir.
Cumhuriyetin erken döneminde İslam dünyasına sırtını dönüp (“Ne Arap’ın yüzü; ne Şam’ın şekeri”); yüzünü Batı’ya çeviren bir dış politika takip edildi. 1950 sonrasında NATO’ya girdik; daha sonra da Avrupa Birliğine girmek için kapıda elli sene bekletildik. Son yirmi yılda bu politika yavaşça değiştirildi (“Eksen Kayması”). Yüzümüzü İslam coğrafyasına, Afrika’ya ve Doğu’ya çevirdik (“Sıfır Sorun”, “Stratejik Derinlik”, “Gönül Coğrafyamız”). Batı ile de “Eşit Onura dayanan”, “Win-Win” politikası izlendi. Hakkaniyete, eşitliğe, maslahata dayanan bu politikalar, kanaatimce doğrudur. Son yirmi yılda “Kürt Sorunu” konusunda da –öncesi ile mukayese edilince- ciddi ahlaki adımlar atılmıştır. “Alevilik” konusunda aynı performans gösterilememiştir. Bütün İslam imparatorluklarında gayri müslimlere dahi devlet bürokrasisinde görevler verildiği halde; son yirmi yılda, örneğin, bir tane dahi Alevi “Vali” veya “Rektör” atanmamıştır. Halbuki, Alevi vatandaşlarımız da, Sünniler kadar eşit haklara sahip ve “Müslüman”dır.
Muhafazakârlık veya İslamcılığın iktisadi alandaki performansına gelecek olursak, kamu kaynaklarına/malına (Beytu’l-mal/Hazine) karşı sıfır bir duyarlılığa sahip olduğunu söylemek, dürüstlüğün gereğidir. Bunun, 1400 yıllık tarihsel bir geçmişi/bagajı/ajandası vardır. Fütuhatla birlikte devletin gelirleri, halktan toplanan vergiler (zekât, cizye, haraç, öşür…) ve savaşlar ile ele geçirilen ganimetlerden oluşmaktadır. “Ganimet”in Kur’an’da müşriklerin saldırılarına karşı haklı/koruma savaşında elde edilmesi hasebi ile “Helal” oluşu ile; Dört Halife dönemi (Hz. Ömer) ile başlayan savaşları/seferleri, birbirine karıştırmamak gerekir. Tarım toplumunda “mülk” büyük ölçüde topraktan oluşmakta ve “mülkiyet”i devlete aittir. Halife/Sultan ise, “Zıllullah” olarak mülkün “sahibi”dir; “Allah’ın hazinelerinin anahtarıdır”; tasarruf yetkisi, onundur. Mülk, “Allahlık”tır, Arpalıktır, Hiç kimsenindir. Miri malıdır. “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Fıkıh literatüründe devlet malına karşı işlenmiş “Hırsızlık” suçu ve cezası yoktur. Halk, da bu durumu: “Devlet malı deniz; yemeyen, domuz” olarak yorumlamıştır. Osmanlı’da “Vakıf”lar, siyasilerin, devlet mülkünü-“Herkesin/Kamunun” mülkü olarak görülmediği için-, kendi avenelerine, akrabalarına, destekleyicilerine peşkeş çekmenin bir aparatıdır. Osmanlı veziri Sokullu Mehmet paşanın 1500 parça gayrimenkulü olduğu rivayet edilir. Padişahların, kendilerini destekleyen Tarikatlara devlet mülklerini “Vakıf” üzerinden transfer ettiği bilinmektedir. Vakıflar, doğuş gayelerinden büsbütün uzaklaştırılarak, kamudan çalınan malların meşrulaştırılması/aklanması aparatına dönüştürülmüşlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda da Devlet, en büyük mülkiyete haizdi. Yöneticiler, bu malı/mülkü, istedikleri gibi tasarruf edebiliyorlardı. Muhafazakâr/sağcı iktidarlar ve “İslamcılar” da aynı itiyadı sürdürmektedirler. 1970-80’lerde yaşanan göç ile ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, halkımızın da bu duyarsızlığa teşne olduğunun kanıtıdır.
AK Partinin muhafazakâr tabanı, cumhuriyet döneminde görece ekonomik kaynaklardan uzakta/periferide tutulduğu için, oldukça yoksul kitlelerdi. İki binli yıllardan sonra devletin ele geçirilmesi – “The Cemaat”le iş birliği halinde- tamamlandıktan sonra, devlet kaynakları, taraftarlara dağıtılmaya başlandı. İhale kanunun iki yüz kere değiştirilmesinden tutun da, memur sınavlarında “mülakat” a varıncaya kadar, bin bir çeşit “yol/yöntem” bulundu. Muhafazakârlar arasında sözde “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” edebiyatı dolaşımda olduğu halde; pratikte çoğunluğu, gözünü kırpmadan “Kamu malı” na el uzatabilmektedir: Çünkü “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Oysa, “Hay” da “Hu” da Allah’tır; O da: “Emaneti (kamusal olan işleri) ehline/liyakatlisine verin (4/58)” ve “Mallarınızı aranızda batıl (haram) yollarla yemeyin ve onu, hakim olanlara vermeyin (2/188)” diye buyurur.