Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “ Sistemin başarılarına ve sınırlandırılmış (akılcılaştırılmış) sonuçlarına odaklandığımız için ödediğimiz bedelin ne olduğunu hesap etmekte güçlük çekiyoruz” diyor.
Anlatacağım mevzu ilk bakışta bireysel görünebilir elbette. Ancak bireysel gibi görünen hadiseleri yapıyla, ilişkiyle, toplumla etkileşime sokabilmek hem sahici bir sosyolojinin hem de dolayısıyla makul bir tartışma ve çözümün imkânıdır. Genel görünümümüzü, işleyişimizi bireysel yansımada görmek ve dikkat kesilmek bazen daha çarpıcı olabiliyor. Eldina ve Rüveyda benim ikiz kızlarım. Ankara’da tarihi bir lisede on birinci sınıfta okuyorlar. Okullarına yerleşebilmeleri ortaokulda yoğun bir programla hazırlanmalarının sonucunda oldu. Şu anda da yoğun bir tempoyla üniversiteye hazırlanmayla meşguller. Gündelik pratiklerine dair paylaşacağım bilgi şüphesiz sadece onların hayat akışlarına ilişkin bir bilgi sunmuyor. Aynı yaş grubundaki öğrencilerimizin nasıl bir hayat yaşadıklarına veya ülke olarak çocuklarımıza, gençlerimize nasıl bir hayat yaşattığımıza ilişkin tablo sunuyor. Zaten maksadım da bu tabloyu göstermek ve bunun üzerinden bir kamusal farkındalık ve tartışma oluşturabilmek. Okulları sabah sekizde başlıyor. Haliyle en geç yedide güne başlamış olmaları gerekiyor. Sekiz ders yapıldıktan sonra on beş yirmide okul bitiyor. Şu an güncel programlarında pazartesi hariç (üç haftada bir deneme sınavı yapılıyor) hafta içi diğer tüm günler okulun açmış olduğu destekleme yetiştirme kursuna devam ediyorlar. Salı ve cuma günleri okuldan saat on yedi, çarşamba ve perşembe günleri ise on dokuzda çıkıyorlar. Eve gelip akşam yemeğini yemeleri en iyi ihtimalle saat yirmiyi aşmadan mümkün olmuyor.
***
Günlük akış burada bitmiyor tabi. Mevcut sistem içerisinde çalışmaya devam etmeniz bir zorunluluk. Hem okul ödevleriniz var hem de ders tekrarı ve üniversite sınavına yönelik konu tekrar etmeniz ve bol soru çözmeniz gerekiyor. On üç adet okul dersleri bulunuyor programda. Rehberlik, Beden Eğitimi ve Görsel Sanatlar derslerini ayrı tutarsak (bu ayrı tutma durumu da başlı başına eğitim-öğretim faaliyetlerimizin tartışmalı vaziyeti için somut bir göstergedir) geriye on ders kalıyor. Öğrencilerin üniversiteye yerleşme süreçlerini etkileyen önemli bileşenlerden birisinin Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) olduğu dikkate alındığında her bir dersi ciddiye almanız, ona yönelik bir hazırlık yapmanız gerekiyor. (OBP üzerinden yaşanan haksızlığı da müstakil bir yazıda ele almak ayrıca zaruridir.) Okulda gün içinde gördüğünüz dersler için evde en azından bir saati aşan süre tekrar yapmanız beklenendir. Ayrıca verilen ödevler bu süreyi daha da arttıracaktır. Üniversiteye dönük çalışma ise zaten planlı-programlı bir şekilde yürütülmek durumundadır. Hem konularınızı yetiştirmeniz hem de pekiştirmek için düzenli soru çözmeniz gerekmektedir. Sayısaldan hazırlanan Eldina ve Rüveyda’nın matematik, fizik, kimya, biyoloji, Türkçe gibi temel derslere mutlak surette çalışma zorunlulukları var. Günde iki dersten konu tekrarı veya eksiklerini tamamlamak için çalışmaları ve test çözmeleri işin rutini. Tekrarlar, eksiklikleri gidermek için minimum bir saat zaman ayırmanız gerekiyor. Tabi en az bir buçuk saat de test için zaman ayırmalarını bekliyoruz. Dolayısıyla okuldan sonra evde çalışacakları süre üç buçuk dört saati buluyor. Bu belirttiğim okul sonrası programın görece seyreltilmiş şekli. Asgari gereklilikleri karşılayacak şekilde yürütülecek bir çalışmanın saat yirmi üçten önce bitmesi neredeyse mümkün değil. Zaten çoğunlukla da bu saati aşan bir hayatımız var.
***
Hafta sonu cumartesi günleri düzenli gittikleri bir deneme sınavları var. Gitme-gelme haricinde ortalama üç saat süren bu sınavın ardından hem cumartesi hem de pazar günlerini kapsayan bir çalışma programı yürütmemiz bugünkü koşullar içerisinde olmazsa olmaz. Dolayısıyla haftanın yedi günü hafta içi sabah yediden gece yarısına kadar, hafta sonu da dokuz-on da başlayıp yine gece yarısına kadar giden bir zorunlu akışımız var. Bir de dershaneye, etüt merkezine, kurslara giden öğrencilerimizi düşündüğümüzde belirli yaş aralığındaki öğrencilerimizin ne tür bir cendere içinde hayat sürdürdüklerini görmüş oluyoruz. Yaratıcılık, girişimcilik, eleştirellik, dünyaya açıklık, sanata, edebiyata, düşünceye, sinemaya, tiyatroya, kitaba yönelik bırakın herhangi bir fiili zaman ayırmayı ilgi duymanızı bile imkânsız kılan bir döngüyü yaşıyoruz. Üniversiteye hazırlanmanın, bu süreci ciddiye alarak hazırlanmanın bütün hayatı ve akışı belirlediği bu döngü gençliklerinin baharındaki öğrenciler için adeta bir işkence hükmünde. Sorun çalıştıkları sürenin aşırı yoğun, insan dışı hüviyetiyle sınırlı olarak algılanmamalı. En ağır mahkûmların çalışma koşullarını bile aratmayan bu düzen, belirttiğim gibi, sadece fiziksel dayanıklılığı çökerten niteliğiyle kabul edilemez değil. Aynı zamanda çalışmak zorunda olduğumuz şeyin bizatihi kendisinin (yani çalışılan içerik ve bu içeriğin ölçümünü yapan mekanizmanın bizi yönlendirdiği tarz) insanın özsaygısının yitimine, ruhunu karartmasına, duygu dünyasına bir karabasan gibi çökmesine yol açan boyutuyla alakalı.
***
Anlamlı bir şeyden, anlamlı bir işleyişten ve anlamlı bir ilişkiden yoksun kalmak kadar insanı aşağılayan bir şeyden bahsedilebilir mi? Dostoyevski “Ölüler Evinden Anılar’da hapishanede bir kovadan diğer kovaya su dökmek, kum elemek, bir yığın toprağı bir yerden başka bir yere taşımak gibi anlamsız işlerin zorla yaptırılmasından hareketle “bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusunu vermeleridir.” der. Bu tespitin ne kadar önemli bir tespit olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. Bu tespitin önemli olması aynı zamanda bu işleyişi planlayan ve yürüten mekanizmanın nasıl soğuk, kayıtsız ve insan dışı bir karakter taşıdığını da gözler önüne seriyor. Otoriter bir yönetimin yaşattığı bir kapatılma kurumundan bahsettiğimiz zannedilmesin. Elbette otoriter bir yönetimin, baskıcı kapatılma kurumlarının insanları nasıl soldurduklarını, insanlıktan çıkarttıklarını biliyoruz. Görünümleri ve işleyişleri bu tarzda olan mekanizmaları bilmek zaten çok büyük çaba da gerektirmiyor. Görünümleri, sunumları, algılanmaları büsbütün pozitif olan yapıların hangi hoyratlıkta seyrettiğini görmek, ne tür bir yabancılaşmaya yol açtıklarını bilmek ise çok büyük bir dikkati, yönlendirilmemiş uyanık bir bilinci zorunlu kılıyor.
***
Bürokratik yapının kendisinin “demir kafes” niteliği esasında karşı karşıya olduğumuz şeyin nasıl gündelik hayat akışımızın genetiğinde mündemiç olduğuna ilişkin hayati bir tespit ve uyarı hükmünde. Küresellik yer yer hibritleşme, glokalleşme üzerinden çoğulculuğa alan açan çözümlemeyle karşımıza gelse de esas itibariyle kurumsal yapılanma anlamında birörnekliğin oluşturduğu bir standartlaşma temelinde seyrediyor. Hakeza öncesinde modernliğin aynıyla işlediğini söylemek mümkün. Model, form olarak aynılaşan dünyada muhtemelen en benzeşen alan eğitim olarak öne çıkıyor. İşleyişi, verimliliği ülkelerin sosyal, ekonomik, siyasal yapılanmasının gölgesinde yanılsamalı bir görüntü oluşturduğu için çoğunlukla sorgulamadan muaf tutularak varlığı devam ettiriliyor. Hatta çoğunlukla mevcudun ötesine geçecek bir adımın yegâne çözüm odağı olarak haksız bir taltifin de muhatabı kılınıyor.
***
Sosyolog George Ritzer, hatırlanacağı üzere “Toplumun McDonaldlaştırılması”nda esasında McDonald’s’ın toplama kampı modelinden ilham alarak bütün dünyayı “akılcılığın demir kafesi” içine hapseden toplumsal, ekonomik, kültürel bir sistemin adı olarak görülmesi gerektiğini iddia eder. Sadece hapishane, tımarhane gibi sert kapatılma kurumları değil insan yaşamının bütün alanlarını yutmakta olan bir kafes. Ritzer akılcılaşma sürecinin, modern yaşamın ihtiyaçlarına hızlı ve etkili yanıtlar sağlayan dört temel unsura dayandığını belirtir: “Verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim.” Daha kritik olan tespit, akılcılaşmanın ister istemez kendi içinde akıldışılığı barındırması ve bunun da insansızlaşmayı, insanlıktan çıkmayı getirmesidir: “Standart ebat ve lezzetteki patateslerin ardında korkunç bir çevre tahribatı; parlak renklerle döşenmiş bol ışıklı yemek salonlarının gerisindeki mutfakta muazzam bir emek sömürüsü; ekonomik, pratik, öngörülemezliğin tehlikelerinden uzak aile sofralarında “benliğin sınırlandığı, duyguların denetlendiği, ruhun boyun eğdiği” bir dünya vardır.”
***
Tekrar dönelim eğitim akışımıza. Genelde eğitimin işleyişine, etkililiğine odaklı bir alan kavrayışımız var. Tartışmalarımızın önemli bir kısmını da eğitimin içeriği, bu içeriğin hangi ideolojik-politik nitelik taşıdığı oluşturuyor maalesef. Dolayısıyla ne formu ne de sürecin oluşturduğu tahribatı görebilecek durumdayız. Mevcut işleyiş sadece bu tip tartışmaları anlamsızlaştırmakla kalmıyor aynı zamanda hepimizi, insan olarak gereksizleştiriyor, anlamsızlaştırıyor. Sistemin başarılarına ve sınırlandırılmış (akılcılaştırılmış) sonuçlarına odaklandığımız için ödediğimiz bedelin ne olduğunu hesap etmekte güçlük çekiyoruz. İnsan olma kapasitemizi çökerten insandışı bir işleyişin içindeyiz. Mevcut formu, işleyişi ve bunu mümkün kılan genel eko-sistemi muhafaza ederek devam etmek öldürücü bir muhafazakarlığa razı gelmektir. Milli eğitim eski bakanlarından Ömer Dinçer mevcut eğitimimizin bardağa kovayla su doldurmaya benzediğini belirtmişti. Yukarıda da değindiğim gibi bunun hangi ortamda, hangi ilişki ağında nasıl yapıldığı da ayrı bir dert. İyi bir liseye, iyi bir üniversiteye yerleşme arzusunun kontrolsüzlüğünde sadece eğitim-öğretim verimsizleşmiyor başta öğrencilerimiz olmak üzere öğretmenlerimiz, velilerimiz bir anlamsızlık ve akıldışılık girdabında savruluyor. Hayatımız ölüler evine dönüşüyor üstelik yaşam vaat edilerek.