Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Erenköyü deyince aklıma ilk Necip Fazıl geliyor. Ethem Efendi Caddesi üzerinde, bahçe içindeki bir kâgirde kiracıydı” diyor.
Behice ve Mehmet Kaplan ’53 yazında Erenköyü’nde Doktor Ömer Hayri Bey’in evinde kiradadırlar. Mehmet Hoca’nın yazdığına göre, vaktiyle yazlık olarak inşâ edilen binâ, artık harap durumdadır, sıvaları dökülmektedir ve tahtaları kurtlanmıştır. Bahçedeki ağaçlar dairelerinin pencerelerini kapattığı için de her ay 80 lira saydıkları karanlık daire Mehmet Kaplan’ın ruhunu karartmaktadır.
Behice Hanım ile Mehmet Hoca arasında bir sıkıntı olduğu muhakkaktır. Örneğin, Mehmet Hoca, günlüğünün 25 Ağustos sayfasına, “Derste veya arkadaşlarımın arasında düşüncelerimi kolayca anlattığım hâlde, Behice’nin karşısında ya susuyor ya da kısa, takanaklı, müphem şeyler söylüyorum. Üzerimde daimî bir ürküntü var. Çünkü o kendisini tanıdığımdan beri yanlışımı bulmaya, yüzüme vurmaya çalışıyor. Bu daimî baskı ve korku içinde bulunuş beni olduğumdan daha beceriksiz ve aptal yaptı,” diye başlıyor. Ardındansa, “Nişanlandığımızdan beri beni bir kere içinden gelerek sevdiğini hatırlamıyorum. Ekseriya lâkayd, soğuk ve tenkitçi. Bahis açılınca da beni aşkla sevmediğini açıkça söyler” açıklamasını yapıyor. Mehmet Hoca, içe kapanık, asık suratlı, insanlarla kolay kaynaşamayan ve hoşnutsuz bir adamdır ama, karısının sıcaklığına da gereksinimi vardı. Ancak, Behice’ye ne zaman sokulmaya kalksa, hep bir duvara çarpıyordu. Onun nazarında bir değeri olmadığını bilmesine karşın, yaşamı boyunca Behice’nin kendisini terk edebileceği korkusuyla boğuşmasıysa insanın ruhunu acıtıyor.
Mehmet Kaplan’ın pek arkadaşı olmamıştır. Bizdeki münevverlerin fikir dünyalarının dedikodu yapmaktan ve müstehcen hikâyeler anlatmaktan ibaret olduğuna inandığından, onlardan uzaklaşıp, kendisine kitaplardan mürekkep sunî bir fikir muhiti yaratmıştı. Bu yüzden de bir “tanınmayan” olduğu muhakkaktır. Solun kendisini “sağcı” diye ötekileştirmesini kırgın bir gülümseyişle karşılarken, sağın kendisini bir “fazlalık” olarak görmesindeyse acı bir sükût yaşadığını biliyoruz. Aslında Mehmet Kaplan’a en fazla sağ karşı olmalıydı; çünkü, kitapsız ve sobasız yoksul bir evden Mehmet Kaplan’ı yaratan Cumhuriyet, onu hiç yaralamamıştı.
Erenköyü deyince aklıma ilk Necip Fazıl geliyor. Ethem Efendi Caddesi üzerinde, bahçe içindeki bir kâgirde kiracıydı. Bu binâ için sık sık “iki katlı konak” veya “iki katlı köşk” ifâdelerine rastlıyorum ama, kâgir, ne konaktı ne de köşktü. Anımsadığım kadarıyla iki katlı bile sayılmazdı. Bir buçuk kat demek sanırım en doğrusudur. Üstadımız yaşama da gözlerini o evde kapadı. Cadde üzerindeki evin devlet tarafından mülk sâhibinden satın alınıp “Necip Fazıl Kısakürek Müzesi” yapılmasını beklerdim. Oğlu Mehmet de aynı beklentiyle ailenin isteğini Hasan Celal Güzel’e ve Namık Kemal Zeybek’e iletmiş. Ancak, dönemin Kültür Bakanı olan Namık Kemal Zeybek aileye bir dönüş yapmamış. Hasan Celal Güzel ise, “Üstad bizim gönlümüzdedir. Öyle mekâna filan ihtiyaç yoktur!” diyerek, Mehmet’in isteğini geri çevirmiş. Ethem Efendi Caddesi’ndeki kâgir, bildiğim kadarıyla, uzunca bir süre metruk durumda kaldı, Necip Fazıl’ın vefâtından yirmi üç yıl sonraysa kimse farkına varmadan yıktırıldı.
İnzivâyı sevdiğinden midir, yoksa gözünün kaşının iradesi dışında seyrimesinden midir, bilinmez, Necip Fazıl o evden dışarıya pek çıkmazdı. Eğer bunun nedeni, kaşının gözünün seyirmesiyse, haklıydı. Çünkü, tikleri yüzünden maalesef epeyce dayak yemiştir. Bunlardan birini de Mustafa Kemal Sayıl’dan okumuştum. Onun yazdığına göre, Necip Fazıl ’33 yılında Trabzon’dayken, bir gün telgraf çekmek için postahâneye girmiş, ama telgraf metninin yazılı olduğu kâğıdı kız kurusu gişe memuruna uzatırken kaşı gözü oynamaya başlamış. Eline erkek eli değmemiş memure bunu sinyal çakmak sanmış. Yerinden kalkıp, arka tarafta çalışan iri kıyım arkadaşına başına geleni yüksek sesle anlatınca, oradakiler üstada sağlı sollu çakmaya başlamışlar. Necip Fazıl tikleri yüzünden yanlış anlaşıldığını söylemeye çalışmış ama, nâfile, kimse onu dinlememiş, yaka paça dışarıya atmışlar.
Necip Fazıl’ın aksine zarif ve güzel zevcesi Neslihan Hanım’a hemen her gün Bağdat Caddesi’nde rastlamak mümkündü. Ben Neslihan Hanım’ı bir iki defa da Caddebostan’daki Asya Pazarı’nda görmüştüm. Kürt asıllı Recai Nüzhet Bey’in ve Çerkes asıllı Sara Hanım’ın kızlarının vaktiyle yakıcı güzellikleriyle tanındıklarını eskiler anlatırlardı. Eminim, Sandre sarısı saçlarıyla, kalem çekilmiş sürmeli gözleriyle ve takma kirpikleriyle Yeşilçam Sineması’nın en ayrıksı güzeli olan Diclehan Baban’ın Neslihan Hanım’ın kardeşi olduğunu biliyorsunuzdur. Onu son gördüğümde, yanılmıyorsam ‘77 yılıydı, Sevda Ferdağ ile birlikte Süreyya Sineması’nın önünden Altıyol’a doğru iniyorlardı.
Kadıköyü’nün muharrirleri yeşil gövdeli ve şeffaf mürekkep pencereli “Pelikan” ile yazmayı tercih ederlerken, Necip Fazıl’ın divit kalemle yazdığını yıllar önce Aziz Nesin söylemişti. Onun divit kaleminin yeşil renkli ve “Lyra” marka olduğunu birkaç yıl önce öğrendim. Divitin ucu “Mitchell’s”, mürekkep kurutucuysa “Penkala” imiş. Ama üstadın farklılığı sadece yazı kaleminde değildir, Rasim Özdenören’den okumuştum, herkes evlerine kedi köpek alırken, Necip Fazıl evine bir sıpa almış. Koca kulaklı, badem gözlü, sevimli mi sevimli bir hayvanmış. Onun evin içinde odadan odaya koşturup durmasıysa üstadı pek eğlendiriyormuş.
Bildiğim kadarıyla, Necip Fazıl’ın sıpası, Ethem Efendi Caddesi’ndeki evlerde yaşayan ikinci tek toynaklıdır. Sanırım ilki Vedat Örfi’nin halası Adile Hanım’ın köşkündeki midilliydi. Caddeye cephesi dar, derinliğiyse Ethem Efendi Caddesi’ni Santral Sokağı’na bağlayan ara sokağın üçte ikisini geçen ve yüksek duvarlı bir bahçenin içinde bulunan Adile Hanım’ın köşkü, daha çok hayvanlarıyla biliniyormuş. Nedeniyse, Erenköyü halkının, kurtulmak istedikleri kedi veya köpek yavrularını duvarların üstünden Adile Hanım’ın bahçesine atmasıdır. Adile Hanım kocasından kalan emekli maaşıyla ve birkaç dükkânın kirasıyla hepsini beslemeye çalışmış. Kedilerin ve köpeklerin çoğu bir süre sonra sırra kadem bassalar bile, köşkteki tıknefes yaşlı midilli Adile Hanım’ı hiç bırakmamış. Adile Hanım nereye gitse, o da peşinden gidiyormuş.
Adile Hanım’ın köşkünün bahçesi ayrıca bir edebiyat mahfilidir de, yandaki Mithat Paşa’nın köşkünden, Nâzım Hikmet, Mahmut Yesari ve Naci Sadullah, güne, Adile Hanım’ın bahçesindeki kahvaltı sofrasından bir şeyler tıkınmadan başlayamayanlardandı. Çünkü, Adile Hanım’ın masasından, çeşit çeşit peynirler, zeytinler, salamlar, havyarlar, balık yumurtaları, kekler ve tavşan kanı semaver çayı hiç eksik olmazmış. Nâzım’ı ve Naci’yi bilmem ama, masadakiler Mahmut Yesari’nin ancak rüyâsında görebileceği şeylerdir.
Adile Hanım’ın köşkünün Bağdat Caddesi’ne doğru altındaysa Mithat Paşa’nın köşkü vardır. Bu köşkün “Bir Millet Uyanıyor” filminden anlaşıldığı kadarıyla, derinliğine uzayıp giden bir bahçenin içinde olduğu anlaşılıyor. Köşkün çevresinde çamlıklar vardır. Bu çamlıklardan biri bodrumdan bahçeye açılan yan kapılardan birinin karşısındadır. Köşkün arka tarafındaysa duvarla çevrili bir otlak olduğu söyleniyor. Köşkün ilk katına iki taraftan çok geniş olan birer merdivenle çıkılmaktadır. Merdivenlerin basamakları mermerdendir. Merdiven dönüşlerinin hizasından itibarense iki büyük pencere üst kata kadar uzanıyordu.
Merdivenlerin üstünde de dayanak direkleri aşağıya kadar inen balkonlar vardı. Bodrum katının yanlardan iki küçük kapısı bulunduğu biliniyor. Alt kattaki şömineli büyük salona dört kanatlı camlı bir kapıyla başka bir salon daha bağlanıyordu. Bu salonda mermer bir şömine de vardır. Kanatlı kapı açılınca iki şöminenin karşı karşıya gelmesi pek hoştur. Alt katta bir de mutfak bulunuyordu. İkinci katta arka köşede balkonlu büyük bir oda, onun karşısında daha küçük bir oda, ortada yine balkonlu büyük bir oda, yanında küçük bir oda ve koridorun sonundan arka köşeye doğru uzanan biri büyük diğeri küçük iç içe iki oda anımsanıyor. Çatı katındaysa büyük bir odadan başka tavanı çatının eğimine uyan tek pencereli küçük bir oda daha vardır. Mithat Paşa’nın vefâtından sonra köşk çok uzun süre metruk kalmış olabilir. Mirasçıları burayı ’32 baharında iki aileye aylığı 50 liradan kiralayacaktır. Ailelerden biri, Nurhayat Hanım ile kızları Fahamet, Piraye ve Selma’ydı. Diğer aileyse, Nâzım Hikmet ve kızkardeşiyle kocasıdır.
Piraye ile Vedat 13 Eylül 1932 günü boşandıklarına göre, Piraye’nin Nâzım ile ilişkisi boşanmadan önce başlamıştır. Piraye artık boşanma aşamasında olduğu kocasına komşudur. Köşkün önündeki havuzun yanındaki çam ağacının altınaysa, yaz mevsimlerinde her akşam rakı masası kurulurmuş. Nâzım içmeyi seven biri değildir ama, Mahmut Yesari’nin ve Naci Sadullah’ın da ayık dolaştıkları pek görülmemiştir. Onlar sarhoşken, Nâzım da Adile Hanım’ın ve Keti Hanım’ın bahçelerinde dolaşıp, yüksek sesle şiirler okuyormuş.
Vedat Örfi’nin Piraye’den olma oğlu Memet Fuat, ilk mektebin ikinci ve üçüncü sınıflarıyla beşinci sınıfın ikinci dönemini Erenköyü’ndeki 38’inci Mektep’te okuyup, oradan mezun olmuştur. İlhami Bekir ise 38’inci Mektep’te müdür yardımcısıdır. Nâzım ile sık sık görüştüğünden, oğlanın Piraye’nin ve Vedat’ın olduğunu elbette biliyordu. O yıllarda ilk mektebi bitirmek için sözlü sınav zorunluluğu varmış. 38’inci Mektep’teki sınavlaraysa diğer öğretmenlerle birlikte İlhami Bekir de girermiş. Herkesi sınava almışlardır ama Memet Fuat’ı ve Murat Sarıca’yı dışarıda bekletmişler. Sınav bitip, diğer öğrenciler gidince, İlhami Bekir onları öğretmenler odasına çağırıp, “İkiniz de beş aldınız, siz en iyi öğrencilerimizsiniz, size sınav yok. Sadece şimdi burada bir tartışma yapacaksınız, bizse dinleyeceğiz. Konuyu da ben vereceğim,” açıklamasını yapmış. Belli ki 38’inci Mektep’in öğretmenleri bir şamata düzenlemişlerdir. Murat’a faşizmi, Memet Fuat’aysa komünizmi savunmak ödevi verilmiş. O yaştaki çocuklar faşizmi ve komünizmi nereden bilsinler! Bu yüzden de, çocuklar salladıkça sallıyorlar, öğretmenlerse kasıklarını tutarak ağız dolusu kahkahalar atıyorlarmış...