“Eğitim-öğretim faaliyetini yerli yerine oturtmak ve alanın kaderini etkileyen hususları göz ardı etmeden konuşmak için yapılması gereken hususlarla yüzleşmek kaçınılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Aksi taktirde okul içi bir organizasyon sorununa indirgeyen mevcut egemen yaklaşım meseleyi görünmez kıldığı gibi aynı zamanda anlamlı bir mesafe alıştan da bizi alıkoyuyor.”
Milyonlarca öğrencimiz yarıyıl tatiline girdi. Eylül ayında başlayan eğitim-öğretim sezonumuzu böylece yarılamış olduk. Bu vesileyle ülkece yürüttüğümüz faaliyete ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunmakta fayda var. Öncelikle şunu kayda geçirmemiz gerekiyor: Eğitim-öğretim, konuşması ve tartışması ile netameli bir iş. Birincisi, eğitim-öğretim temalı ifadeler, uygulamalar alana ilişkin savunmasız bırakan bir etki oluşturuyor. Çağrışımlarıyla olumlu oldukları için ne alana eleştirel yaklaşabilmek ne de alternatif arayışların peşinde yol almak düşünülebiliyor. İkincisi teknik bir bakışın bizi yönlendirdiği son derece sınırlı ve dolayısıyla etkisiz bir alanda konuşmak zorunda kalıyoruz. Neredeyse kökü modern eğitimin tarihiyle yaşıt olan bu bakış, bizi öğretmen niteliği, verilecek içerik, içeriğin aktarımında kullanılacak yöntem-teknik, materyal gibi ikincil mevzularla meşgul ediyor.
Ivan Illich’in “muhayyilenin okullaşması” tanımlaması bu açıdan üzerinde teferruatlıca durulması gereken ve tam da konuştuğumuz durumla bağlantılı önemli bir tespittir. İkincil mevzuların her birisi hiç şüphesiz çok önemli ve anlamlı. Ancak eğitim-öğretim faaliyetini yerli yerine oturtmak ve alanın kaderini etkileyen hususları göz ardı etmeden konuşmak için yapılması gereken hususlarla yüzleşmek kaçınılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Aksi taktirde okul içi bir organizasyon sorununa indirgeyen mevcut egemen yaklaşım meseleyi görünmez kıldığı gibi aynı zamanda anlamlı bir mesafe alıştan da bizi alıkoyuyor.
Okul içine hasredilmiş bir eğitim-öğretim konuşması ve çözüm arayışı, yanlış yönlendirilmiş ve çözümsüz bırakmaya dönük öldürücü bir hamle olarak değerlendirilmelidir. Burayı biraz daha detaylandırmamız gerekiyor. Okul içine hasredilmiş eğitim-öğretim konuşması ve tartışması, çoğunlukla alanı “doğru toplum kurucu” bir enstrüman olarak konumlandırma üzerinden seyrediyor. Nitekim bu tarz toplumsal mühendislik faaliyetlerinin en bilineni ve en çok kullanılanı eğitim-öğretim faaliyeti olmuştur. Hem ucuz, hem de manipüle etme düzeyi çok yüksek görünüyor. Devasa bir mekanizma olarak işlediği için o devasalığın kendiliğinden anlamlı bir şeyler ürettiği yanılgısına yol açıyor.
Modern eğitim-öğretim yapılanması büyük bir anlam ve hedef belirsizliği ile kilitlenmiş durumda. Kimsenin itiraz edemeyeceği basit doğruların sıralandığı bir düzlem tesis ettiği için etkisini, verimini, işlevselliğini tespit etmekte çoğunlukla güçlük çekiyoruz. Hayat organizasyonumuzun bütün gereksinimlerini eğitim-öğretim faaliyeti üzerinden karşılamaya çalışıyoruz.
Foucault, modern devletin vatandaşlarıyla ilişkisinin en temel özelliğini uysallık ve üretkenlik olarak öne çıkarır. Uysallık vatandaşlığa, üretkenlik de ekonomik gerçekliğin gereksinimlerine uygun çalışana vurgu yapar. Bu ikisi de önemli ve yerinde tespitler. Bu iki seçenek kendi içinde çatallanıyor, dallanıp budaklanıyor ayrıca. Vatandaş üretimi sosyalleştirmeden etik, estetik beğeniye, cinsiyet rollerinden meşru inanca uzanan geniş bir spektrumda seyrediyor. Aynı şekilde üretken işgücü de öyle. Dikkat edilirse bizim de okullarımız bugün “makbul vatandaş”ın mamul hale getirileceği ana istasyonlar olarak konumlandırılmışlardır.
Düzen fordist anlayıştan gelen seri üretim düzenidir ve yukarıda da altı çizildiği gibi bir toplumsal mühendislik organizasyonu olarak işlemektedir. Devletimize uygun vatandaşlar yetiştirmek için tasarladığımız bu seri üretim bandından aynı zamanda –nasıl oluyorsa- eleştirel düşünen, yorumlayan, dünyayla entegre bir insan da çıkmasını bekliyoruz. Kâşifler, mucitler, büyük düşünürler, kültür ve medeniyetimizin yeniden inkişafını sağlayacak gönül ve ruh mimarlarının da bu düzenekten çıkmasını istiyoruz. Aynı şekilde buradaki organizasyonun çıktıları üzerinden anlamlı bir sosyal ilişki, yaşanabilir bir mekân tasarımı, etki ve güç üreten bir devlet, toplum yapılanması ve işleyişi gibi neredeyse hayatın paket olarak tanzim edilip içinden çıkacağı bir hayat kurma üssü olarak görüyoruz, öyle konumlandırıyoruz. Bu fikrin, okumanın; özellikle politik odaklar için güzel, etkileyici daha doğrusu cezbedici bir tarafının olduğu tarihsel bir tecrübeyle görülüyor. Alanın iktidar seçkinleri için büyük bir arzu odağı olmasının sebebi buradan geliyor. Ancak aynı tarihsel tecrübe insanların belirli normlara tabi tutulduğu bu kapatılma kurumunun beklenileni karşılamayan ve mevcudu yeniden üreten ve meşrulaştırımını sağlayan bir yapı olarak hayatımızda bulunduğunu daha da önemlisi bütün o hümanist anlatısına rağmen esasında bunun için var olduğunu ve üzerinde de bu yüzden titizlenildiğini dile getirir. Bu tespit, çoğunlukla marjinal olarak uzak tutulsa da alan göstergeleri çok kötü ve bu yüzden de memnuniyet düzeyi son derece düşük olan bu yapının anlamlı bir hüviyete kavuşması ve mevzunun kaydırılması gereken yeri göstermesi açısından kritiktir.
Şu ana kadar yapıla geldiği üzere sorun tespiti ve çözüm üretme sistematiğini aynı şekilde muhafaza ederek alanda iyileştirme gerçekleştireceğimizi düşünmek için gerçeklikle bağımızı yitirmiş ve bir ezbere esir düşmüş olmamız gerekiyor. Mevcut eğitim-öğretim formunun kendine has hususiyetleri var. Bu hususiyetlerin büyük bir kısmı da formun ortaya çıktığı tarihsel-toplumsal koşullarla bağlantılı. Dolayısıyla kabaca 19. Yüzyılın siyasi, ekonomik, teknolojik ve ideolojik-felsefi anlayışının şekillendirdiği bir yapı etrafında hayat sürdürmeye çalışıyoruz. Ancak bugün bir doğa kanunu gibi hayatımızı etrafında ördüğümüz bu yapı, varoluş koşullarını yitirmiş, tarihsel bir enkaz gibi insicamımızı bozuyor. Başarmak için kullandığımız bu yapı esasında başarısızlığımızın temel nedenlerinden birisini teşkil ediyor. Başarısızlık kaynağı olmasının en önemli yanı bir çözüm olma, üretme kapasitesinden yoksun olduğu halde öyleymiş gibi algılanmasıdır. Bu bizi hem sahte bir çözüme bağımlı kılıyor hem de eşzamanlı olarak bir çözüm arayışında olmamız gerektiği bilincinden mahrum bırakıyor.
Modernliğin, Bauman’ın ifadesiyle katı döneminde hayat bulmuş bu yapı bugün bambaşka bir gerçeklik içinde varlığını sürdürmeye çalışıyor. Zorunlu-kitlesel bir yapının günümüzün akışkan dünyasına cevap üretebilmesi akla ziyandır. Sadece zamanın değişmiş olması değil mesele. Zamanın değişimi paradigmada, parametrelerde köklü bir kaymaya yol açmış durumdadır ve bu yeni gerçeklik gözetilmeden anlamlı bir eğitim-öğretim faaliyeti sürdürmek deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zordur. MEB ve okul merkezli aşırı abartılı bir konuşma sürdürdüğümüz için alandaki büyük kırılmayı ve kaymayı kestiremiyoruz ve dolayısıyla nasıl absürt bir meşgale içinde savrulduğumuzu göremiyoruz. Örneğin her bir öğrencimizin biricikliğinden, kendine özgülüğünden, çoklu zekâdan, farklılıktan bahsediyoruz ancak uygulamada standart bir form uyguluyoruz, genel bir akademik başarı skalası üzerinden süreci planlıyoruz.
Teknolojideki büyük dönüşüm, hayatları alt üst ederken ne bilginin organizasyonunda ne de aktarımındaki kurguda bir farklılığa gidiyoruz. Öğrenci öğretmen arasındaki hiyerarşi sürüyor, öğretmenin sınıf-okul içi pozisyonunda sınıfsal ve ideolojik aşınma devam etse de “ajan” konumu devam etmekte, sistemdeki merkeziyetçilik, otoriterlik ise kasvetinden çok şey yitirmiş değil. 7 yaşındaki öğrenci ile 17 yaşındaki öğrencinin girdiği ders saati süresi aynı şekilde kırk dakika. Matematik ve Resim dersi de aynı şekilde kırk dakika. Ülkemizdeki 7-18 yaş aralığındaki yaklaşık 20 milyon öğrenci, gününü zorlu çalışma koşullarındaki işçileri aratmayacak şekilde kupkuru tahtalar üzerinde sessizce beklemek gibi insani olmayan bir fiziksel cendereye alınma üzerinden geçiriyor.
Bir de herkesin kaderine yön veren ve bizi kalıcı bir terbiyeden geçiren gerçeğin çölü boyutu var. Orası kimse görmek istemese de okulu da içine alan ve bütün varlığıyla, işleyişiyle en büyük okul olan Türkiye’nin kendisidir. Türkiye bir okuldur ve içindeki okulların kaderi Türkiye’nin nasıl bir performans gösterdiği ile doğrudan bağlantılıdır. Ekonomi, siyaset, kültür, medya, teknoloji, ilişki biçimi, işleyişi ile okuldaki eğitime yön veren burasıdır. Doğduğunuz aile kaderiniz, doğduğunuz toplum kaderiniz, doğduğunuz ülke kaderiniz oluyor burada. Eğitim-öğretim üzerinden bize bu işleyişin kader kurbanları üretmediği, kader kurbanlarının olmaması için çalıştığı ve insanların kaderlerinden daha iyi ve güzel kaderlere yönelmeleri için işlediği söylenir, buna inanmamız istenir. Doğrusu biz de hakkıyla inanıyoruz buna ancak inandığımız şeyin doğru olmadığı da apaçık ortada. Yarıyıl tatilinin, eğitim-öğretimi ait olduğu geniş ölçekte konumlandırarak tartışma vesilesi olmasını umuyorum. Ancak o zaman bizim için büyük kapan olan okul merkezli kavrayıştan kurtulma imkânımız olacaktır.