‘’Ekim 1945’te Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile birlikte Les Temps Modernes dergisini kurduğunda siyasi editör yapıldı. İkinci dünya savaşından bir Marksist olarak çıkmıştı. Hiçbir zaman Fransız Komünist Partisi’ne katılmadı, partiyle bağlantısı olmadı. Sovyet komünizmini benimsemedi; ortodoks Marksizmden uzak durdu.‘’
Maurice Merleau-Ponty geçtiğimiz yüzyılın en önemli ve en ilginç filozoflarından biriydi. Öncelikle özgün bir fenomenolojinin sözcülünü yaptı. Bilincin işleyişi, yaşanmış dünyanın yapısı, bireyin yaşadığı dünyayı anlamlandırması onu ilk dönemde ilgilendiren sorunlar olmuştur. Özne, beden ve algı arasındaki ilişkiyi ele aldı. Algının öznenin bedeninden bağımsız değerlendirilemeyeceğini; bu ilişkinin öznenin dünyada bulunuşunun sonucu olduğunu ileri sürdü. İnsan beden-özne olarak anlaşılmalıydı. Beden ile algı dünyası arasındaki etkileşim inceledi, algısal deneyimin önemini vurguladı. İnsan saf algı aracılığıyla çeşitli olayları bilebilir ve dünyadaki tüm varoluş yoğunluğunu hissederdi.
Fenomenolojiye yaptığı katkılar ve bunun etkileri günümüzde de devam ediyor. Algısal dünyanın büyük ölçüde bilinmeyen bir bölge niteliği taşıdığını ve keşfedilmeyi beklediğini ileri sürmüş; algının zihin veya beyindeki bir durum olmadığını, organizmanın çevresiyle olan tüm bedensel ilişkisi olduğunu belirtmişti. Batı düşüncesinde hegemonik Kartezyen anlayışa alternatif bir algı fenomenolojisi geliştirme çabasındaydı. Kendini fenomenolojik gelenekten gelen yöntem ve kavramların uygulanmasıyla sınırlamadı; politik fenomenoloji olarak adlandırılabilecek bir düşünce ve yöntem geliştirdi. Ona göre beden kişinin dünyaya erişmesini sağlayan araçtır; insan bedeni aracılığıyla diğer insanlarla iletişim kurar, toplumsal varoluşa katılır.
Merleau-Ponty şiddeti savaşta çok yakından görmüştü. Bu deneyimi felsefi olarak açıklamaya girişti. Şiddeti daha kapsamlı incelediğinde bunun toplumsal dokuyu parçaladığını, insan ilişkilerini derinden etkilediğini gördü. Şiddete fenomenolojik ve antropolojik bir yaklaşım getirmeyi amaçladı.
Ekim 1945’te Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile birlikte Les Temps Modernes dergisini kurduğunda siyasi editör yapıldı. İkinci dünya savaşından bir Marksist olarak çıkmıştı. Hiçbir zaman Fransız Komünist Partisi’ne katılmadı, partiyle bağlantısı olmadı. Sovyet komünizmini benimsemedi; ortodoks Marksizmden uzak durdu.
1930’ların ortalarında Avrupa Marksizminin içinde yer aldı. Aslında “Avrupa Marksizmi” ( ya da Batı Marksizmi ) terimini ilk kez 1930’larda Sovyet yetkililer Georg Lukacs, Karl Korsch gibi Sovyetler Birliği’ne karşı eleştirel bir duruş sergileyen Marksistleri aşağılamak için kullandılar. Ancak Batılı Marksistler sözcüğü benimsediler ve itibar kazandırdılar. Ortodoks olmayan, devlet ideolojisine dönüşmemiş, özgül ve özgürlükçü Marksizmi ifade etmek için kullandılar.
Merleau-Ponty’nin ilk kez 1947’de yayımlanan ve kısmen Arthur Koestler’in 1930’larda Sovyetler Birliği’nde Stalin yönetimi altında gerçekleştirilen Nikolay Buharin aleyhindeki siyasi davayı kurgusal olarak anlatan Gün Ortasında Karanlık romanına bir yanıt olan Hümanizm ve Terör’de savaş sonrası dünyada her iki kamptaki siyasi şiddet sorununu ele alıyor, yeni politik ve ahlaki tartışmalar açıyor ve karmaşık bir soruna açıklık getirmeye çalışıyordu. Moskova gösteri duruşmalarına ve şiddetin devrim adına meşrulaştırılması sorununa odaklanan Koestler’e itiraz ediyor, eserini çok öznel buluyor; genel nesnel siyasi durumu anlamaya çalışıyordu. Ancak siyasi düşünceleri ve akıl yürütmesi oldukça çetrefildi. Burada toplumun kuruluşunun ontolojik boyutuna değiniyordu.
Arthur Koestler 1938’de partiden hayal kırıklığıyla ayrıldı. Aynı yıl İspanya’da Franco kuvvetlerince yakalandı ve ölüm cezasına çarptırıldı; İngiliz hükümetinin son dakika müdahalesiyle bağışlandı ve serbest bırakıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda Vichy Fransası’ndan, Nazilerden ve işbirlikçilerinden kaçtı. Zamanının büyük ideolojik ve toplumsal çatışmalarına katılmıştı. Koestler belirli dönemlerde sık sık anılan, bunun ötesinde yoğun biçimde tartışılan bir yazar. Ancak adı 1989’dan önce Macaristan’da nadiren anıldı, hatta yayınlanması bile yasaklandı; fakat o demokrasi ve özgürlük savunucusu olarak yaşamı boyunca Macaristan’daki siyasi olayları ve değişiklikleri takip etti.
Gün Ortasında Karanlık’ta totalitarizmi bize ayrıntılı olarak sunar. 1940 yılında yazdığı roman Stalin’in SSCB’nde göstermelik davaların bir öyküsüydü. Anlatıcı Nikolay Buharin’i temsil eden karakter Rubanshov’du; olaylar onun bakış açısından anlatıyordu. İtiraf almak, itirafa zorlamak için korkunç yöntemlere başvuluyordu. Roman komünist bir partinin işleyişinin, totaliter bir yönetici olarak Stalin’in keskin eleştirisidir; onun terör rejimi ve uyguladığı yöntemler anlatılır.
Rubashov romanın başında açıklanmayan bir suçtan dolayı hapsedilmiştir; hücresinde idamını beklerken yaklaşan ölümünden önce devrimci yaşamını sorgular, parti ahlakı ve işleyişi konusunda ciddi şüpheler duymaya başlar. Bir zamanlar iyi niyetle bağlandığı idealler ve düşünceler şimdi “suç” olarak karşısına çıkmaktadır; bütün bunlar tarafsız olmaktan çok uzak bir yargılama sonunda gerçekleşir. Daha önce devimci bir kahramanken şimdi devrime ihanet etmekle suçlanmaktadır; bir halk düşmanı olarak mahkûm edilmiştir.
Merleau-Ponty için merkezi sorun şuydu: Komünizm şiddeti aşabilir miydi? Şiddetten vazgeçebilir miydi? Başvurduğu yoğun şiddete rağmen komünizm hala insancıl amaçlara yönelmiş bir hareket kabul edebilir miydi? Şiddet bir devrim pratiği midir? Bu yakıcı ve can alıcı soruları cevaplamaya çalışmıştır. 1940’larda Marksizme umutla bağlanmış pek çok aydın açısından cevaplaması zor sorulardı bunlar. Dahası 1989’dan sonra post-komünist dünyada Merleau-Ponty’nin 1940’larda ortaya attığı ve tartışma konusu yaptığı bu ve benzeri sorular yeniden gündeme geldi.
Merleau-Ponty öncelikle devrim dönemlerinde “tarihin ana hatlarının belirsiz” olduğunu belirtiyor ve Buharin’in dramını anlamaya çalışıyordu. Onun itiraf ettiği suçu tarihin olumsal doğasına bağlıyordu; eylemleriyle komünizme ihanet etme niyetinde olmasa bile tarihin hareketi bu anlamı vermişti. Ancak zamanla Sovyet toplama kamplarının keşfi, Doğu Avrupa’da her türlü muhalefetin bastırılması Merleau-Ponty’nin de düşüncülerini bir kez daha baştan aşağıya gözden geçirmesine neden oldu. Devrimlerin hareketler olarak doğru, rejim olarak yanlış olduğunu belirtti; bu Sovyet devrimi için öncelikle doğruydu.
Merleau-Ponty hiçbir zaman Fransız Komünist Partisi’ne katılmadı, partiyle bağlantısı olmadı. Sovyet komünizmi benimsemedi; ortodoks Marksizmden uzak durdu. Ama başlangıçta Marx’ın düşüncelerine belli bir sempati duyuyordu. Gulag kamplarıyla ilgili ifşalar ve Kore Savaşı’nın patlak vermesi onu Marksizm ve devrimci politikalar hakkındaki pozisyonunu gözden geçirmeye zorladı ve bu da 1955’te Diyalektiğin Maceraları’nda doruk noktasına ulaştı. Marksizme yönelik bir hayal kırıklığına uğradı. 1950-1952 yılları arasında inanç krizi yaşadı. Sartre’ın komünistlerin başvurduğu şiddeti meşrulaştırmasını eleştirdi. Sonunda Marksizmle arasına mesafe koydu; komünist harekete sempati duymaktan uzaklaştı, eleştirel bir duruşu benimsedi.
1950’ye kadar Sovyetlere karşı ihtiyatlı da olsa destekleyiciydi. Ancak işler hiç de onun sandığı gibi değildi. 1925’te tüm muhaliflerin kovuşturulabilmesi için Sovyet yasalarına “işçi düşmanı” ibaresi konulduğunu, 1936-1938 yılları arasında gerçekleşen büyük Moskova yargılamalarında çok sayıda insanın suçlandığı ve düzmece delillerle mahkûm olduğu iddialarının ideolojik propagandanın ötesinde tarihsel gerçekler olduğunu öğrendi. Moskova’daki tarafsız olmaktan çok uzak düzmece yargılamalar, Gulag, Doğu Avrupa’da her türlü muhalefetin şiddetle bastırılması, devlet terörü su yüzüne çıkınca gerçeği olanca çıplaklığı ve açıklığıyla kavradı; bunların sosyalizmin özgürlük anlayışıyla bağdaşmadığını yazdı. Bu rahatsız edici siyasi gerçekler ışığında son derece eleştirel bir bakış açısı geliştirdi; Marksizmi yeniden düşündü ve değerlendirdi.