Görüşler

Barış, adaletle sağlanırsa

Barış, adaletle sağlanırsa

‘’AK Parti bu kez Öcalan üzerinden yeni bir açılım hedefliyor. Öcalan’ın hükümlülük koşulları iyileştirilirken, na-hak yere yıllarını yitiren tutuklu ve hükümlülerin içeride tutulması düşünülemez. Bu nedenle, yeni kişisel mağduriyetlere yol açmayan, insaflı-hakkaniyetli bir af düzenlemesi adalete ve barışa hizmet eder. Çünkü barış, ancak adaletle sağlanır.’’

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti - AKP) baştan itibaren, önde gelen kurucularının mensup olduğu ’Milli Görüş’ hareketinin dışından isimler ve kesimlerle genişlemeye büyük önem verdi. Kuruluş aşamasında benimsenen bu tutum, 2007 ve 2011 seçimlerinde özenle sürdürülmeye çalışıldı; 2007 ve 2011 seçimlerinde aday listelerinde ve hatta Bakanlar Kurulunda ‘Milli Görüş’ geleneğiyle ilgisi olmayan sosyal - liberal ‘demokrat’ isimler yer ve görev aldı.

Kuşkusuz AK Parti, bu tutumun sahada olumlu sonuçlarını elde etti. 2007 öncesinde bir darbe çağrısına dönüşen Cumhuriyet Mitinglerine, 2011’de MHP ve CHP’nin büyük ölçüde söylem birliği içinde sürdürdüğü seçim kampanyalarına karşın oylarını arttırdı. 2007’de %34’den %46.5’a, 2011’de 49.8’e yükseldi.

Üstelik bu başarı ülkenin bütün bölgelerinde yaygın ve dengeli bir gelişmenin sandığa yansıması görünümündeydi. 2011’de Diyarbakır’da Emek ve Özgürlük İttifakıyla da, İzmir’in modern yerleşimlerini kapsayan 1. Bölgesinde CHP ile de eşit sayıda milletvekili çıkarmayı başardı.

2013 Baharında Gezi Parkı olaylarıyla başlayan kırılma ve 2013 sonunda yaşanan yolsuzluk tartışmaları gidişi olumsuz etkiledi. Gezi Parkı olaylarında Parti’nin baskıcı tutumu, 2013 sonunda da yolsuzluklara karşı yeterince duyarlı olmadığı ortaya çıktı. Bu gelişmeler, AB ile uyum sürecine içtenlikle inanan, öte yandan kültürel çoğulculuk ve eşit yurttaşlık umutlarıyla destek ve hatta oy veren çevrelerde burukluk ve giderek kopukluklar yarattı; fiili ve duygusal ayrılmalar, karşıtlıklar oluştu.

Bu ortamda yapılan Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimini, AK Parti Genel Başkanlığından ayrılmış ‘görünen’ Erdoğan kazandı. Sürpriz sayılabilecek bu başarıda kuşkusuz muhalefetin aday belirlemesinde ve kampanyasında yapılanların da katkısı oldu. CHP / MHP muhalefetinin ortak adayı Prof. İhsanoğlu, bilgili, kültürlü, değerli bir insandı; ancak uzun yıllar Türkiye dışındaydı ve siyaset deneyimi yoktu.

Böylece muhalefet -her zamanki talihsiz öngörüsüzlüklerinden birini daha yaparak- başbakanlığını önleyemedikleri Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkararak ondan kurtulacağını sandı.

Katılım düşüktü (%74), özellikle CHP’li kentli seçmenler adayı beğenmedikleri için sandığa gitme zahmetine katlanmadılar.

AK Parti’nin, kuruluşundan itibaren sürdürdüğü açılım politikalarından vazgeçtiği ilk seçimde, 2015 Haziran’ında oyları düştü (%40); tek başına iktidar olma olanağını yitirdi. Ancak, seçimi izleyen aylarda muhalefet partilerinin kendi aralarında veya AKP ile koalisyon kuramamaları, seçmende ‘yönetimsizlik’ kaygıları yarattı. CHP’nin 35 gün AKP ile ‘istikşafi’ görüşmelerde zaman tüketmesi, bu arada PKK’nin ve İŞİD’in ortamı terörize etmesi ve bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan sahaya inmesi sonucunda, -HDP ve MHP’nin oyları azalırken- AK Parti yeniden yükseldi (%49.5) ve tek başına iktidar imkanı kazandı.

Ancak, Haziran ve Kasım sonuçları siyasette yeni gelişmelerin işaretiydi.

1 Kasım sonuçları, olağanüstü ortam ve koşulların ürünüydü; sürdürülmesi zor, hatta imkansız gibiydi. Haziran sonuçları ise AK Partinin oy ve iktidar kaybetmesinin an meselesi olduğunu gösteriyordu.

Ortamı ve şartları kendisi için fırsata çeviren MHP oldu. 7 Haziran 2015 sonuçlarının açıklandığı akşam ‘yeniden seçim’ isteyerek Erdoğan’a beklediği fırsatı veren MHP lideri, ilerleyen süreçte tam desteğini açıklayarak AKP’nin gönüllü, zorunlu -ve en karlı- müttefiki oldu. Önemli bir oy kitlesi yoktu, buna rağmen iktidar gücü kullanma imkanı bulmuştu.

II.

2018’den bu yana AK Parti, seçimlere ‘Cumhur İttifakı’ adı altında MHP ile birlikte giriyor. Ancak, ittifakın oluştuğu günden bu yana oyu (2018 Haziran %42.5, 2023 Haziran %35.5) azalıyor. Nihayet, 31 Mart 2024’de %37.8 oy alan CHP’nin karşısında %35.4 oranıyla, kuruluşundan bu yana ilk defa ikinci parti konumuna düştü.

MHP’nin desteği, 2018 ve 23’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını -yine muhalefetin de katkılarıyla- kıl payı kurtarmaya ancak yetmişti. 2023’de cumhurbaşkanlığı seçimi 2. tura bile kaldı.

Bu aşağıya doğru gidiş devam edeceğe benziyor; 2003 seçim sonuçlarını bile yakalayamayan tüm kamuoyu araştırmaları da bunu gösteriyor. AK Partinin deneyimli kadroları da gidişin kaçınılmaz sonunu görüyor. Sanırım bizzat sn. Erdoğan bunu en iyi görenlerin başında geliyor. O nedenle AK Parti, 2024 Ekim başında işaretleri dışarıdan görülen yeni bir açılım senaryosunu sahneye koydu. Daha doğrusu koymak zorunda kaldı.

AK Partinin 2015 sonrasında en büyük oy kaybettiği kesim Kürt kökenli seçmenlerdi.

2015 ve sonrasında yaşanan olaylar bu kesimi AKP’den hızla uzaklaştırdı. Kürtler uzaklaşmakla kalmadı, 2019 ve 24 yerel seçimlerinde verdikleri destekle CHP’nin önemli belediyeleri kazanmasını da sağladılar.

Şimdi AK Parti bu dayanışmayı bozabilecek bir senaryoyu sürdürüyor. 25 yıldır ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis’ cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan’ın ‘Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) ve bir kesim Kürt seçmen üzerinde -bir ölçüde de olsa- etkili olacağını varsayarak, PKK’nın varlığına son verildiğini açıklaması karşılığında, onun özgür kalabileceğine yönelik bir girişim başlattı. Bu konuda, Öcalan’la da, sanırım süreç içinde görüş birliği oluşturuldu.

Girişimin başarıyla sürdürülebilmesinin önünde en büyük engel, kuşkusuz MHP’nin muhalefeti olacaktı. O yüzden yaz aylarından bu yana Bahçeli ve MHP çevrelerine girişimin zorunluluğu anlatıldı ve olası itirazların önü alınmaya çalışıldı. İttifakı sürdürmek için Bahçeli’nin seçimlerde Hüda-Par’la bile yan yana durmayı içine sindirmesi, AK Parti çevrelerinde, bu konuda da ödün vereceği yolunda beklenti yaratmıştı.

Öyle de oldu. Sn Bahçeli, önce TBMM’nin açılışında DEM’lilerin elini sıkarak siyasi üslubunda bir yumuşama hamlesi yaptı. ‘Serok Ahmet’ diye eleştirdiği Davutoğlu’nun fikirlerinden istifadeye ihtiyaç olacağını belirterek, muhalefette gedik açmaya da çalıştı.

Sonunda, bunların yeterli olmayacağını ve doğrudan Öcalan’la ilgili itirazlarını kaldırması gerektiğini düşünerek, 22 Ekim‘de son hamlesini yaptı: “Öcalan, PKK’yı lağvettiğini söyleyecekse, gelsin TBMM’de, DEM Parti grubunda konuşsun. Bunu yaparsa, umut hakkından yararlanmasının önü sonuna kadar açılacaktır;” dedi.

Bahçeli’nin, Öcalan’ı TBMM’de konuşmaya çağıran ve bir anlamda imkansızı öneren bu konuşması, beklenenin ötesinde bir söylem olarak - AK Parti dahil- her çevrede bir süre duraksama yarattı. Ancak önce DEM, sonra CHP’nin olumlu ve destekçi tutumu, bu duraksamaların geride kalmasına yol açtı.

Kasım 2024 sonunda başlayan ve Şam rejiminin yıkımına yol açan gelişmeler, bu girişimin siyasetin ötesinde bir ‘devlet aklı’ kararı olduğu konusunda gerekçelerle sunulmasına da fırsat verdi. AK Parti’nin yaz aylarında üzerinde yoğun mesai verdiği senaryo ilerliyor.

III.

Görülen o ki, PKK’nın Türkiye içinde varlık ve faaliyetine son verildiğinin açıklanması karşılığında Öcalan önümüzdeki aylarda göreceli bir özgürlük ortamına kavuşacak. Bu konuda son tarih 2025’in Nevruz’u olarak görülüyor.

Bazı siyasi çevrelerde, PKK’nın zaten Türkiye’de varlığının yok derecesinde olduğu, bunu bilen Öcalan’ın ve çevresinin de, bu durum kendilerinin eseriymiş gibi sunarak bazı hak ve imkanlar elde edeceği, bunu karşılığında iktidara bir kesim Meclis ve seçmen desteği sağlamaya çalışacakları ileri sürülüyor; yazılı ve görsel basında itirazlar bu konularda yoğunlaşıyor.

Bu kuşku ve itirazlar doğru olabilir. AK Parti’nin böyle bir girişime kalkışmasının, MHP’nin de Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya çağıracak kadar işi ileriye götürmesinin ardında elbette bazı siyasal hesap ve beklentiler vardır. Böyle olması siyasetin doğasının gereğidir.

Ancak, bütün bunlara rağmen siyasetin üzerinden PKK gölgesi kalkacaksa, bu Türkiye için önemli bir adım ve kazanımdır. Bu adımın Kürt meselesini çözmeyeceği söyleniyor. Doğru. Ancak Kürt meselesi de, bütün öteki hak ve özgürlük sorunları da, şiddetin ve terörün yarattığı ipoteklerin, ayak bağlarının, tehdit ve suçlamaların olmadığı bir ortamda daha rahat konuşulabilir ve belki çözülebilir.

Burada acil ve önemli olan asıl sorun şudur.

Miadını doldurmuş bir terör örgütünün varlığının sona ermesi ve siyasette şiddet kullanma yöntemlerinin mahkum edilmesi karşılığında Öcalan serbest kalacaksa, yaşamları boyunca şiddete karşı olmalarına rağmen yıllardır içeride bulunan insanların, tutukluların, hükümlülerin durumu ne olacaktır?

Türkiye ceza ve tutukevleri, kişilere karşı hiç bir suç işlememiş, şiddetle, silah kullanmayla, öldürme ve yaralamayla ilgisi olmayan binlerce insanla dolu. İçlerinde siyasiler, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, aydınlar, öğretmenler, her meslekten insanlar, kadınlar, yaşlılar, hastalar, gencecik çocuklar var.

Milletvekili seçildiğinde hakkında kesinleşmiş hüküm bulunmayan avukat Can Atalay, iki kez cumhurbaşkanı adayı olmuş ve demokrasi inancıyla ünlenmiş Selahattin Demirtaş, hekimlik yeminine uyması cezalandırılan Dr. Selçuk Mızraklı, benzer konumda öteki siyasiler, Gezi hükümlüleri, geçen günlerde 7 yıllık anlamsız tutukluluğu kitap olan Osman Kavala, Gezi’deki barıştırıcı konuşmaları herkesin aklında olan Tayfun Kahraman, 15 Temmuz’dan yıllar önce tutuklanan, ama darbe hükümlüleri gibi cezalandırılan Hidayet Karaca, İlhan İşbilen.

Geçenlerde Yargıtay, sadece emirlere uymaktan başka vebali olmayan 30 eri beraet kararıyla tahliye etti. Bu çocuklar içeride haksız yere 8 yıllarını yitirdiler. Ceza ve tutukevlerinde onlar gibi niceleri var; erler, stajyer teğmenler; dışarıda da haklarında hiç bir yargı kararı olmadığı halde işi, evi, yuvası dağıltılmış, ekmeğe muhtaç edilmiş her meslekten KHK’lılar…

Abdullah Öcalan (şimdi ona ‘sayın’ diye hitap ediyorlar, geçenlerde bir MHP milletvekili ‘beyefendi’ dedi,) özgürlüğüne kavuşurken, bunca insanın na-hak yere içeride tutulmaya çalışılması akılla, hukukla izah edilemez; insafla ve hakkaniyetle de bağdaşmaz.

Geçenlerde bir siyasi parti güzel bir cümleyi akıllara yazdı; Barıştan herkes kazanır!

Doğrudur. Ancak herkesin kazandığından söz edebilmek için, herkesi kapsayan bir hakkaniyet ortamının yaratılması gerekir. Binlerce, onbinlerce kişinin mağdur olduğu olayların baş failinin rahatını, hatta hürriyetini sağlarken, şiddetle, kaba kuvvetle ilgisi olmayan, karıncayı incitmemiş insanlar içeride tutulursa, barıştan, huzurdan, devlete güvenmekten, birlikte yaşama iradesinden ve bu ortamda herkesin kazandığından söz edilemez.

O nedenle önce, kimsenin canına, yahut malına zarar vermemiş, sadece siyasi iradenin şikayetiyle hukukları çiğnenmiş insanların uğradığı haksızlıkları gidermek, bunu sağlayacak yasal düzenlemeler, başkalarını mağdur etmeyecek, insaflı, hakkaniyetli bir af yasası yapmak gerekir.

Adaletin ve hakkaniyetin gereği budur ve gerçekten barış isteyen devletin yapması gereken de budur. Çünkü barış, ancak adaletle sağlanır.

Son cümle Kınalızade Ali Efendi merhumun ünlü Ahlak-ı Alai eserindendir ve erki elinde tutanlar için ders niteliğindendir: “Adl’dir, mucib-i salah-ı cihan.”

V’esselam.

*Bir Dava Hikayesi, Osman Kavala’nın 7 yılı, İletişim Yayını

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir