Kırklareli Üniversitesi Medya ve İletişim Programı Öğretim Görevlisi Kadir Metin Akbaş, “Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde “soykırım suçlamasıyla” yargılanan İsrail’in, kuruluşundan itibaren istismar etmekten bıkmadığı Holokost’un ideolojik bir silah olarak nasıl kullanıldığını gözler önüne seren bu önemli eserin gündemde tutulması gerekiyor” diyor.
Hepimiz onu, Filistinlilere yaptıklarından dolayı İsrail devletini Nazilere benzetmesinden rahatsız olan bir Yahudi kız öğrenciye verdiği efsane cevapla tanıdık. “Geçmişteki acıları bahane ederek günümüzde yaşanan zulme sessiz kalmayacağım. Timsah gözyaşlarıyla susturulmak istemiyorum!” Dediğini yaptı. Her türlü yok sayılmaya, görmezden gelmeye, hatta işsiz kalma pahasına Yahudilerin geçmişte yaşadığı acıların istismar edilmesine, buradan hareketle İsrail’in sahiplenilmesine, yaptıklarının maruz görülmesine her zaman ve her yerde isyan etti. Bir Yahudi olmasına karşın, İsrail’e savaş açmanın bedelini en can yakıcı şekilde ödedi. Amerikalı siyaset bilimci ve aktivist Norman Finkelstein’in 2000 yılında yayımlanan ve tüm dünyada büyük ses getiren kitabı “Holokost Endüstrisi”, Kutadgu Yayınları tarafından yeniden tercüme edilerek basıldı. Şimdilerde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde “soykırım suçlamasıyla” yargılanan İsrail’in, kuruluşundan itibaren istismar etmekten bıkmadığı Holokost’un ideolojik bir silah olarak nasıl kullanıldığını gözler önüne seren bu önemli eserin gündemde tutulması gerekiyor.
Sanırım dünyada “Holokost” kavramının ne olduğunu, bu kavramın neyi içerdiğini bilmeyen yoktur. Bu konuda hiç makale veya kitap okumamış birisi mutlaka bir sinema filmi izlemiştir. En azından Hayat Güzeldir, Piyanist, Schindler’in Listesi filmlerini duymuştur. Yine de kısaca bahsedecek olursak; Holokost, Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası döneminde, yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin planlı ve sistemli bir şekilde öldürülmesini tanımlayan bir kavramdır. İbranice bir kelime olup, “tamamen yakılmış, yanıp kül olmuş” anlamına gelmektedir. Komplo teorilerinin aksine, ne yazık ki sonrasında benzerlerine çokça şahit olduğumuz, tarihi bir vakıa olarak yaşanmış, tüm insanlık ailesi olarak dersler çıkarmamız gereken acı bir trajedidir Holokost. Öncelikle, bu soykırımla ilgili görüş belirtmek, içeriğine dair bir şeyler söylemek kolay değil. Zira her şey hakkında konuşulabilir, tartışılabilir, derinlemesine analiz yapılabilir ancak Holokost hakkında görüş beyan etmek, fikir öne sürmek, soru sormak neredeyse yasaklanmış ve suç kabul edilmiştir. Neyse ki adından itibaren eleştirel bir yaklaşım sergileyen kitabın yazarının soykırımdan kurtulmuş Yahudi bir anne- babanın çocuğu olması, bu meseleyi masaya yatırma konusunda elimizi güçlendiriyor.
İsrail’in, işgalci bir devlet olarak, Filistin topraklarında uyguladığı politikaya karşı çıkan, her platformda bu durumu eleştiren Finkelstein, İsrail’in bu pervasızlığının arkasında “dokunulmazlığının” yattığını, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin de bu dokunulmazlık zırhından dolayı İsrail’e ses çıkaramadıklarını dile getirmekte. Bu dokunulmazlık zırhı ise gücünü Holokost’tan almakta, bir anlamda İsrail’in eleştirilmesi Holokost’u/ Yahudi acılarını/ soykırımı tartışmaya açmak olarak değerlendirilmekte ve böylece İsrail, kurban rolünü oynamaya, yaptıklarından dolayı hoş görülmeye devam edebilmekte. Tüm akrabalarını soykırımda kaybetmiş birisi olarak, anılarından yola çıkan Finkelstein, belli bir tarihe kadar evde, ailede, arkadaş çevresinde ve akademik dünyada Holokost’un adının hiç geçmediğini, bu konuda hiç konuşulmadığını, kimsenin soykırıma dair bir imada dahi bulunmadığına vurgu yapıyor: “Bu saygıdan kaynaklanan bir sessizlik değildi, sadece umurlarında değildi. Annem babam kendi kendilerine düşüncelere dalmaktan başka bir şey yapamadılar; çektikleri çileler halktan itibar görmedi.” Finkelstein, toplumdaki bu umursamazlık halini, Holokost’un Amerikan Yahudiliği tarafından keşfedilmesinden daha çok önemsiyor. “Keşke umursamazlık hali devam etseydi” diyor.
Soykırımın gerçekleştiği tarihten, 1967’ye kadar hiç konuşulmaması, gündeme gelmemesi hatta unutulması için çaba harcanması ilginç. Peki, ne oluyor da Soykırım, aniden tedavüle sokuluyor? 1967’nin Haziran ayında, “Altı Gün Savaşı” olarak da adlandırılan 3. Arap-İsrail savaşı yaşandı.
1948’deki savaşta yenilen Arap ülkeleri, İsrail ile bir kez daha kozlarını paylaşmak istiyorlardı. Herkes “savaşın eli kulağında” diye beklerken, 5 Haziran sabahında İsrail’in sürpriz saldırısı geldi. Yıllardır bu saldırıya hazırlanan İsrail, bir anda Mısır, Ürdün ve Suriye hava güçlerini/ savaş uçaklarını, bulundukları yerlerde imha etti. Ardından, hemen taarruza geçen İsrail, Gazze Şeridi’ni ve Sina yarımadasını Mısır’dan, Golan tepelerini Suriye’den ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü de Ürdün’den alıp kendi toprağına kattı. Bu savaş, bir anlamda İsrail’in yenilmezliğinin ve gücünün kanıtlanması olmuştu. İsrail’in, kurulduğu tarih olan 1948’den 1967’ye kadar Amerikan strateji planlamalarında önemli bir yer tutmadığına dikkati çeken Finkelstein, Altı Gün Savaşı sonrasında ise ABD yönetiminin İsrail’in ezici güç gösterisinden etkilendiğini ve bunu stratejik bir yatırıma dönüştürmeye karar verdiğini söylüyor: “İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki vekili olma yolunda ilerlerken, askeri ve mali yardımlar da su gibi akmaya başladı. İsrail’in ABD’nin kanatları altına girmesi, Amerikan Yahudi elitleri için de bir talih kuşu oldu.”
Bir anlamda Altı Gün Savaşı, İsrail’in “kendi göbek bağını kendi kesen güçlü ülke” imajının yaratılmasına katkı sağlamıştı. Bu da İsrail’i ABD yönetimi için Ortadoğu’da güvenilir bir stratejik ortak statüsüne çıkarmış, özgüvenleri yerine gelen ABD Yahudi elitlerine ise lobicilik faaliyetleri başta olmak üzere, her konuda rahat hareket etme ve ABD politikalarına yön verme fırsatı vermişti. Böylece Yahudiler en güçlü oldukları bir anda, en zayıf oldukları zamanları tüm insanlara hatırlatmaya, bunun üzerinden ilgi toplamaya ve güç devşirmeye başladılar. Tarihin tozlu raflarında unutulmaya yüz tutmuş Yahudi Soykırımı, 1967’den itibaren sistematik bir şekilde gündeme getirilmeye başlandı. Soykırımın iki benzersiz özelliği olduğunun altı, kalın kalın çiziliyordu: 1- Holokost, tarihte başka emsali olmayan eşsiz bir olaydır. 2- Yahudi olmayanların Yahudilere karşı duyduğu sonu gelmez nefretin doruk noktasıdır.
Bu iki madde, dünya üzerindeki tüm Yahudilere “özel bir statü” sağlarken, temelde ise İsrail’e verilen bir armağan işlevi görmektedir. Yahudiler, tarih boyunca hiç kimsenin/ hiçbir halkın maruz kalmadığı bir vahşetin kurbanı oldular. Bu biricik/ eşsiz/ emsalsiz vahşet, Yahudilerin Tanrının seçilmiş kulları olduğunu kanıtlamasının yanında, bu vahşeti yapanlar ve buna ses çıkarmayanların (Yahudiler dışındaki tüm insanların) Yahudilere karşı suçluluk duymasını sağlamaktadır. İsrail devletini ise meşrulaştırmaya, Filistin topraklarında gerçekleştirdiği işgali/ operasyonları haklı göstermeye ve diğer uluslar/ halklar/ devletler üzerine psikolojik baskı kurmaya yardımcı olmaktadır. Holokost, Yahudilere masumluk atfederken, İsrail ve tüm dünyadaki Yahudi lobisini ise meşru eleştirilerden dahi muaf tutmaktadır. En ufak bir eleştiriniz dahi, anında Antisemitizm damgası yemenize yol açmaktadır. Bu, “biz biriciğiz ve bize uygulanan soykırım da biriciktir, bizden başka kimsenin başına gelmemiştir” inancı, günümüzde Yahudiler ile Ermeniler arasındaki husumetin de en büyük sebebidir.
İsrail’in muhkemleşmesi ve Yahudi lobisinin gücüne güç katması, Holokost’u popülerleştirmiş, özellikle edebiyatta, mimaride ve sinemada bu konunun işlenmesi hız kazanmış, buna has anıtlar dikilmeye, buna münhasır müzeler peş peşe açılmaya başlanmıştır. Finkelstein’ın bu konudaki eleştirisi oldukça yerinde: “Yedi büyük Holokost müzesi, Amerika’nın çeşitli yerlerine dağılmıştır. Tüm bu müzelerin merkezinde ise Washington’daki “ABD Holokost Anısı Müzesi” yer alır. İlk soru şudur: Neden ülkenin başkentinde, federal olarak himaye altına alınmış ve finansman sağlanmış bir Holokost müzemiz var? Amerikan tarihinde işlenen suçların anıldığı herhangi bir müze yokken, Washington’da böyle bir müzenin bulunması yersiz değil midir? Bir düşünün; Almanya, Berlin’de bir ulusal müze açıp Nazi soykırımını değil Amerika’daki köleliği ve Kızılderililerin katlini anmaya kalksa, buradan onları ikiyüzlülükle suçlayacak feryatlar nasıl yükselirdi?” Washington’daki ABD Holokost Anısı Müzesi’nin yıllık bütçesinin 50 milyon dolar olduğunu ve bunun 30 milyon dolarının federal bütçeden, yani ABD vatandaşlarının vergilerinden, sağlandığını da ekleyelim.
Norman Finkelstein’ı Holokost Endüstrisi’ni yazmaya iten önemli bir neden de Nazi kamplarından kurtulanlara ödenen maddi tazminatlardı. 1950’den itibaren Yahudi kuruluşlarla masaya oturan Almanya, mağdurlara 60 milyar dolar ödemişti. Almanya’nın ödemek zorunda kaldığı bu tazminatın büyük bir kısmının asıl mağdurlar yerine, lobicilik faaliyetleri yapan Yahudi kuruluşlarına gittiğini belirten Finkelstein, bir anlamda Almanya’nın bugünkü ruh durumuna da ışık tutuyor. Sadece tazminat ödemekle kurtulamamış, İsrail’in ve tabi ki Yahudi lobilerinin her koşulda destekçisi olmuş bir ülke var karşımızda.
Almanya’dan “her anlamda” istediklerini alan Yahudi lobisi, İsviçre’ye karşı gerçekleştirdikleri tazminat talebini ise “haraç mekanizması”na dönüştürmüşler. Savaş zamanında, Yahudilerin İsviçre bankalarına yatırdıkları paraların sonrasında geri ödenmediği iddia edilerek, hem Yahudi kuruluşlar hem de ABD yönetimi tarafından tahrif edilmiş belgeler, abartılı istekler, hayali mağdurlar yoluyla köşeye sıkıştırılan İsviçre’nin, talep edilen parayı nasıl ödemek zorunda bırakıldığını öğrenmek, Siyonist aklın çalışma mantığına iyi bir örneklik teşkil ediyor. İşin ilginç yanı, ABD’nin İsviçre’ye ekonomik yaptırım tehdidi kartını oynamasına kadar giden süreç sonunda elde edilen paranın çok önemli bir kısmının ise yine Soykırım mağdurları yerine, lobicilik faaliyetleri yapan Yahudi kuruluşlarına ve onların liderlerinin ceplerine aktarıldığını öğreniyoruz. Acının, hem maddi hem de manevi istismarının ayrıntılı dökümü, gözler önüne seriliyor.
“Holokost endüstrisinin, gaspçılık curcunası içinde tarihi ve hatıraları yozlaştırmasını kabul edemiyorum” diyerek, içeriden bir bakış açısıyla gerçekleri kaleme alan Finkelstein, bunun bedelini ödemeye devam ediyor. Yahudi toplumundan dışlandı. Ders verdiği üniversite sözleşmesini yenilemedi. Yayınevleri kitaplarını basmak istemiyor. Filistin’e girişi yasaklandı. Ancak o, doğru bildiğini söylemeye ve başta İsrail devleti olmak üzere ABD’deki Yahudi elitlerini eleştirmeye devam ediyor. Finkelstein, üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Bu cesur sese kulak vermek, hakikatin önündeki yalan, istismar ve dokunulmazlık perdesinin yırtılışını desteklemek, geçmişte yaşanan acıların, İsrail’in bugün işlediği savaş suçlarının üzerini örtmesine müsaade etmemek de, bize düşüyor.