Hukukçu Nimet Demir, Alman Sosyolojisinin kurucularından Georg Simmel’in ‘hayatın artık forma katlanamadığı’ tespitinin bugün de sanat, bilim, ahlak gibi tüm kültürel alanlar için söz konusu olduğunu söylüyor.
Hayatın nasıl ortaya çıktığı sorusu bilimin uzun zamandır üzerinde durduğu, ancak cevabını bir türlü bulamayıp paranteze aldığı bir muamma. Yaklaşık 14 milyar yıl önceyi tahmin ederek evrenin var oluşunu büyük patlamaya bağlayan bilimin, göz önünde her an ortaya çıkan hayatı izahtaki aczi oldukça düşündürücü. Muhtemelen esas aldığı sebep-sonuç paradigması; vücut ve hayat gibi vasıtasız/sebepsiz/perdesiz oluşları izahta kifayetsiz kalmaktadır. Kim bilir belki bir gün paradigma değişikliği veya esnekliğiyle bilim açısından da bu muamma çözülecektir. Geçelim. Her nasılsa mucizevi bir şekilde ortaya çıkan hayatın, yaratıcı bir devinim içerisinde durmaksızın gelişip yaygınlaştığı apaçık bir gerçek. Hayat, çıktığı bu var oluş yolculuğunda en önemli ve cesaret gerektiren yine muammalarla dolu ikinci devrimini somut biyolojik varlık sınırının ötesine atlayarak gerçekleştirmiştir. Bu sınır ihlali ona soyut dünyanın kapılarını aralamış, Tanrısal esinle tanış imkânı vermiştir. Somut dünyada biyolojik evrimini sürdürürken, yeni geçtiği soyut âlemde ise ruhsal tekâmülüne başlamıştır. Ruhsal devinim; insan yaşamında din, bilim, sanat, hukuk gibi kültürel öğelerle arzı endam etmiştir/etmektedir. Hayatın görünürlük kazandığı bu alanlardan dinle anlam arayışına çıkar; hukukla medeni bir dünya kurarız: Bilimle evrenin, ilimle insanın sırlarını öğrenmeye çalışır; sanatla ruh dünyamızda ürettiğimiz düşünsel ideleri resim, heykel ve melodilerle duyular dünyamıza taşırız vb. Günümüze kadar bu kültürel unsurlara taksim edilen hayatın tamamı form şeklinde yani ritüel, yasa, sanat eseri, teknoloji ve ahlak formlarında tezahür etmiştir.
Alman Sosyolojisinin kurucularından olan Georg Simmel geçen yüzyılın başında yazdığı ‘Modern Kültürde Çatışma’ isimli makalesinde hayat ve form ilişkisini ele alır. Simmel: geçmişte kültürel unsurların hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona form ve içerik, ufuk ve düzen kazandırdıklarını, başlangıçta hayatla uyumlu olan bu formların zaman içerisinde hayatın evrimine ayak uyduramadıklarını ve yerlerini yeni formlara terk ettiklerini; bu sürecin günümüze kadar (yani bir asır öncesine kadar) devam ettiğini, gelinen aşamada hayatın artık form ile tezahüre katlanamadığını, bizzat form ilkesiyle savaştığını belirtir. Makalenin devamında gerekçesini ortaya koyar. Ona göre; geçmişte sırasıyla insanı bir bütünün parçası kabul eden varlık, doğa, Tanrı, toplum gibi fikirler merkeze konuşlanmış, hayat bu fikirlerin renk ve biçimlendirdiği formlarla görünmek durumunda kalmıştı: 20. Yüzyıla geldiğimizde ise birey özgürlüğünü elde etmiş, hayat akılcı hale gelmiş, öznellik arayışları öne çıkmıştır: Gelinen bu aşamada bir fikrin merkeze oturması ve tüm insanların hayatına renk ve biçim vermesi artık mümkün olamayacaktır. Simmel özgünlüğün yaklaşık elli yıl sonra başlayacak bilgi ve enformasyon döneminin en geçer akçesi olacağını görmüş, konuyu kendi dönemindeki gençlerin arayışı çerçevesinde irdelemiştir. Vardığı sonuç; özgünlüğün olduğu yerde form, formun olduğu yerde özgünlük barınmaz.
Söz özgünlüğe gelmişken Alvin Toffler’a değinmemek olmaz. Toffler, kaleme aldığı Üçüncü Dalga ve Dünyayı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor isimli eserlerinde; yaklaşık on iki bin yıl önce tarım, üç yüz yıl öncede sanayi toplumuna geçildiğini, 1954 yılından itibaren ise bilgi ve enformasyon döneminin başladığını belirtir. Geçilen yeni dönemde yükselen değerleri; bireylerin özgünlüğünü ortaya çıkarma ve yaratıcı eylemleri teşvik şeklinde sıralar. Sanayi döneminin standart üretim, büyüme ve fiziksel ihtisaslaşmasının bilgi ve enformasyon çağında bir önemi kalmamıştır artık. Yeni dönemde söz konusu özellikler yerlerini kişiye özel üretim, bilgiyi çoğaltma ve yaratıcılık gibi değerlere terk etmiş bulunmaktadır. 20. yüzyılın başı, sanayi toplumunun insanı standart kalıplara sokan yaşam ve üretim tarzının eleştirileriyle doludur. Bu eleştiriler sanata da yansımıştır. Mesela Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmi bunlardan biridir. Filmde yer alan ‘fabrikada bandın başında durup önüne gelen ürüne elindeki çekiçle bir kez vurma’ sahnesi insanı robota dönüştüren sanayi döneminin fiziksel ihtisaslaşmasını hicveder. Gördüğüm kadarıyla günümüzde formsuz yaşama en çok direnen, daha doğrusu adaptasyon sorunu yaşayan iki kültürel alandan biri hukuk, diğeri de dindir.
HUKUKİ HAYAT VE FORM
Hukuk insani ilişkileri düzenleyen bilimin adıdır. Dolayısı ile bu alanda ortaya çıkan her sorun somut ve özeldir. Sorunları çözmek üzere oluşturulan yasalar ise soyut ve geneldir. Somut olayın adaleti, normların inşa ediliş mantığını anlamakla mümkündür. Bu yüzden sorunu çözecek yargıcın ehil (hukukçu) olması gerekir. Roma Hukukunda bu ehliyete sahip yargıcı tarif için ‘Judex est lex loquenes’ yani ‘hâkim, konuşan canlı yasadır’ tabiri kullanılır. Hukukçu yargıç, önüne getirilen sorunu çözmek için genel yasayı tüm bileşenlerine ayırır, yasanın ifşa ettiği, gizlediği ve dışladığı tüm anlamları kavrar, sonrasında somut olayın vicdana uygun özel yasasını inşa ederek adaleti gerçekleştirir. Günümüz itibariyle bilgi ve enformasyon döneminin ortaya çıkardığı hukuki hayatın öznel ve çeşitliliğine ne yazık ki cevap üretilemediği, ehil olmayan yargıçların zaman zaman somut olayın adaletini ıskalayan ve toplumun infialini celp eden kararlara imza attıkları görülmektedir. Yasa koyucu tarafından üretilen çözüm ise genellik ilkesinden uzaklaşılarak neredeyse kişi ve guruplara özgü kazuistik yasalar oluşturmaktır. Son on yılda cinsel eylemlerle ilgili, keza kadına, eşe ve sağlıkçılara yönelik şiddet eylemleriyle ilgili Türk Ceza Kanunu ve Ceza Usul Kanununda yapılan pek çok değişiklikleri hatırlayalım. Esasen yasaları çoğaltmak veya ayrıntılı hale getirmek, akıntıya karşı kürek çekmek, yani hukuki hayatı forma mahkûm etmektir. Keza bu yöntemle hukuki hayatın öznel ve çeşitliliğini tüketmek te asla mümkün olmayacaktır. Yapılması gereken liyakat ve ehliyetli hukukçu istihdam etmek, yasaların çerçevesini ise genişletmekten ibarettir.
DİNİ HAYAT VE FORM
Bilimin ‘niçin’ sorusuna vereceği bir cevap yok. O kendisini ‘nasıl’ sorusuna cevap aramakla sınırlandırmıştır. Ancak insanın varlık sorunlarından biri ve en önemlisi niçin sorusunda mündemiç anlam ve amaç arayışıdır. Dinin felsefe dışında insanın bu arayışına cevap vermeye çalışan yegâne disiplin olduğu malum. Büyük dinlerin insan-Tanrı ilişkileri anlam arayışına tekabül eder. Yeri gelmişken İslamoğlu’nun bu realiteye işaret eden ‘Allah demek anlam ve amaç demektir (1)’ sözünü hatırlatmak isterim. Esasen insan-Tanrı ilişkisi pratik hayata genelde insan-insan ve insan-varlık ilişkisi şeklinde yansımaktadır. Mesela Yahudiliğin haksızlığa isyanı, Hristiyanlığın sevgiyi, Müslümanlığın ibadeti odak noktası yapan amaçları varlık, insan ve toplumsal yaşamıyla ilgilidir. Rahmetli Ali Şeriati, Kur’an’ın son suresinden hareketle, toplumsal konularda Kur’an’da geçen Allah kelimesinin yerine ‘en nas’ kelimesinin yerleştirilebileceğini belirtir. Meselâ “Allah yolunda infak, halk yolunda infaktır” der. Yine “Allah’a güzel bir borç vermek, esasen muhtaç olan insana borç vermektir (2)” tespitinde bulunur. Anılan dinlerin başlangıçta ortaya koydukları amaçları gerçekleştirecek kolay, basit ve sade yollar önerdiklerini görüyoruz. Kolaylaştırın emrini hatırlayalım. Sonradan kurumsallaşan dinlerin, ihdas ettikleri din adamı sınıfının bileceği ayrıntılı ve sabit formlar ürettikleri, gün geçtikçe bu formların anlam ve amaçları taşımada yetersiz kaldıkları, çoğu zaman amacın aksi sonuçlar verdikleri bir vakıadır. Haksızlığa isyanı öğütleyen bir dinin müntesibi yüzlerce Yahudi’nin bir-iki askerin nezaretinde ses çıkarmaksızın Nazi kamplarına gidişini, günümüzde ise güçsüz ve mazlum Filistin halkını imhaya çalışmalarını hatırlayalım. Sevgiyi eksen yapan bir dinin müntesipleri olan Hristiyanların din ve mezhep çatışmalarını körükleyerek, engizisyon mahkemeleri kurarak, bilimin önünü keserek insanlığa bin yıllık bir orta çağ yaşattıkları malum. İslam özelinde baktığımızda insanın varlığından maksat Allah’a ibadet etmesidir. Vaz edilen ibadetlere baktığımızda Müslümanın kendi bireysel tekâmülünü gerçekleştirmeyi, toplum hayatına ise pozitif katkı sunmayı amaçladığını görmekteyiz. Hatta Maun suresi sıralamada topluma pozitif katkıyı öncelemektedir. Sure toplumsal alanda verilecek zarar ve yapılacak ihmalin bireysel tekâmülü sağlayan ibadetleri anlamsız ve faydasız hale getireceğini söylüyor. Bireysel tekâmül ve topluma katkı amacıyla geçmişte vazedilen bu formların günümüzde söz konusu amaçları gerçekleştirdiğini söylemek mümkün mü? Mesela bugün için haccın toplumların ortak sorunlarının gündeme getirilerek çözümler üretme, kurbanın toplumdaki açlığı giderme, zekâtın yoksulluğu ortadan kaldırma, orucun duygudaşlık geliştirme ve nefsi terbiye, namazın günahlardan alıkoyma ve dürüst kılma işlevlerinden bahsedilebilir mi? Sorulara olumlu cevap vermek pek mümkün değil. Yetmişli yıllarda ve öncesinde hacda kesilen kurbanların soğuk hava depoları olmaması sebebiyle açılan büyük çukurlara gömüldüğü bilinen bir gerçek. Birkaç yıl önce Suudi yönetiminin hacda kesilen milyonlarca kurban etini günümüzde emperyalizmin koruyuculuğunu üstlenen ABD askerlerine verdiği medyaya haber olarak yansımıştı. Misalleri diğer formları da içine alacak şekilde çoğaltmak mümkün. Son zamanlarda Müslüman gençlerin agnostik oldukları, deizme kaydıkları, ateizmi benimsedikleri çokça konuşulmaktadır. Hamdi Tayfur’un kaleme aldığı “Dip Dalga’’ isimli araştırmasında bu kayışın gençlerle sınırlı kalmadığı, yaşını başını almış insanları da kapsadığı görülmektedir. Esasen bu durum Müslümanlara münhasır da değil. Tüm dünyada dinlerden kopuş artmaktadır. Bu duruma genelde ortaya konan yanlış örnekler neden gösterilmeye çalışılıyor. Yanlış örneklerin etkisi elbette vardır. Ancak kanaatimce belirleyici neden, insanlar, dini hayatın güç ve enerjisini, artık işlevini yitirmiş veya onu taşımaktan aciz hale düşmüş eski formların içerisinde heba etmek istemiyorlar. Son olarak günümüzde sabit formların taşıyıcısına dönüşmüşlerse de, tasavvufun geçmişte anlam arayışına sabit formlara takılmadan cevap arayan aykırı zekâların tahassungahı olduğuna değinmek isterim. Bu durum İslam Tasavvufu içinde geçerlidir. Nitekim İslam Tasavvufu geçmişte Yunus Emre’nin Molla Kasım’ın fıkhına takılmadan ‘’Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca, hepsinden iyice bir gönle girmektir’’ dizelerini söyleme imkânı bulduğu yer olmuştur.
SONUÇ
Hayatın form isyanını hem ilgim hem de adaptasyon sorunu yaşamaları nedeniyle hukuki ve dini hayat üzerinden ele aldım. Ancak Georg Simmel’in ‘hayatın artık forma katlanamadığı’ tespiti başlangıçta da değindiğim gibi günümüzde sanat, bilim, ahlak gibi tüm kültürel alanlar için söz konusudur. Bilim ve sanat alanlarındaki değişim ve gelişme sitayişle karşılanmaktadır. Ahlaki alanda ise rivayet muhtelif. Bundan sonra hayatın varacağı, daha doğrusu sıçrayacağı yeni ve yakın durakları tahmin etmek güç değil. Bilim kurgu roman ve filmler bu tahminlerle dolu.
1-Mustafa İslamoğlu, Esma-i Hüsna, 3. Cilt, Baskı; Mayıs 2013, sayfa 2040
2-Ali Şeriati, Ümmet ve İmamet, Fecr Yayınları 1990, Sayfa 20