Görüşler

Edebiyat devrimi

Edebiyat devrimi

Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun “Devlet güçlü olabilir. Bütün mekanizmalarıyla var gücüyle çalışabilir. Kendine bağlı aydınlarla bir seferberlik ruhu içinde hareket edebilir. Ama bu, tamamen yeni, kendisini idealize ettiği bir dili yaratabileceği anlamına gelmez” diyor.

Kurtuluş Savaşı’ndan ve iç iktidar mücadelelerinden galip çıkan Kemalistler, Cumhuriyet’i kurduktan sonra yeni bir toplum inşasına girişirler. Yeni bir toplum, hayatın her alanında çok radikal değişiklikleri gerekli kılar. Dil ve edebiyat da bu alanların başında gelir. 1920’lerin sonu 1930’ların başında, eski ile bağı koparmak ve tamamen hayallerdeki toplumu yaratmak adına, dile ve edebiyata da sert bir biçimde müdahale edilir.

“Edebiyat Devrimi”* adlı kitabında Hâle Sert, Türkiye’nin bir alt-üst oluştan geçtiği 1930’lı yılların dil politikalarına ve bu politikaların sosyal hayata ve edebiyata yansımalarına mercek tutar. Sert, 1928 alfabe değişikliği ile başlayan ve 1932’de “Dil Devrimi” ile derinleşen sürecinin aynı zamanda “Edebiyat Devrimi” olarak adlandırılabileceğini belirtir. Ona göre bu adlandırma, “Türkçe edebiyatın yaşadığı dönüşümün anlaşılmasında yararlı bir araç” işlevi görür.

Kitap, Sert’in doktora tezinin gözden geçirilmiş ve bazı bölümlerinin yeniden yazılmış hali. Sert, “edebiyat devrimi” nitelemesini gerekçelendirmek için titiz bir araştırma yapar. 1930’lardan 1950’lere kadar dönemin gazetelerini ve edebiyat dergilerini tarar. Devrimin ideolojisini üreten aydınların, bürokratlarının ve siyasetçilerinin “edebi” eserlerini inceler. Metinleri karşılaştırmalı olarak değerlendirir. Böylece alfabe ve dil devrimlerinin, edebiyata ne denli tesir ettiğini saptamaya çalışır.

“MEDENİYET DEĞİŞTİRME”

Kemalizm, “gecikmiş” ve “aceleci” bir modernleşme projesidir. Gaye; farklılıkların ortadan kaldırıldığı tek-tipleştirilmiş bir toplum yaratmak ve Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçmektir. Bu geçiş; giysilerden ölçülere, inançtan eğitime kadar her sahada görülebilir olmalıdır. Elbette dil de bu geçişten muaf değildir. Dil mevzuunda da yapılması lazım gelen, Doğu medeniyetini temsil eden ve Arapça-Farsça kelimelerle yüklü “eski dil”in bir kenara bırakılması, Cumhuriyet’in Batı’ya dönük yüzüne uygun “yeni dil”in kurulmasıdır.

1928’de alfabe değişikliği, bu amaca matuf olarak yapılır. Cumhuriyet’te, Halide Edip’in ifadesiyle, “Garplılaşma temayülü” vardır; Arap alfabesinin kaldırılması ve Latin alfabesine geçiş, bu temayülün kuvvetli bir dışavurumudur. Alfabe değişikliğine farklı tepkiler verilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, geneli itibariyle desteklese de, dil devrimlerinin “devam zincirinin kırılmasına” yol açtığından bahseder.

Peyami Safa, Osmanlıcanın rafa kaldırılmasından büyük bir üzüntü duyar. “Günlerce odama kapandım, hafakanlar geçirdim” diyen Safa, Latin harflerinin kabulüyle fikri ve içtimai hayatta doğacak sıkıntılara dikkat çeker. Yeni nesillerin eski alfabeyle yazılmış eserlerden mahrum kalması ve dahası Arap harflerinin öğrenilmesinin bir “irtica” olarak görülmesi Safa’yı kahreder. Ona göre, alfabemizi değiştirmemiz, ülkenin ilerlemesine sekte vurmuştur.

Nurullah Ataç ise, bu değişikliğin keskin bir savunucusudur. Meselenin bütünlüklü bir şekilde ele alınması gerektiğini bildiren Ataç, bir medeniyetten diğerine geçerken eski medeniyete ait bütün kurumların ve eski dilin de geride bırakılmasına taraftardır:

“Dil bir medeniyet olayıdır. Bir medeniyetin kurduğu bir dil, başka bir medeniyetin düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeğe. Bir ulus medeniyetini değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır. Bunun içindir ki biz Türkler yüz elli yıldır bir dil sıkıntısı çekiyoruz.” (s. 25)

Alfabe Devrimi, halk ile geçmişi arasındaki zihinsel bağları koparır ve toplumsal hafızada devasa bir boşluk yaratır. Tabiatıyla bu boşluğun doldurulması icap eder. İşte 1932’deki Dil Devrimi ile de, eskinin tasfiyesiyle meydana gelen boşluğun üretilecek yeni kelimelerle doldurulması hedeflenir.

“SADECE RUH HASTALIĞI DEĞİL AYNI ZAMANDA BİR KULAK HASTALIĞI”

1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin ve 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasıyla birlikte dile dönük faaliyetler hız kazanır. 1932’de I. Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultay’a üç konu damgasını vurur: Birincisi, divan edebiyatı ile halk edebiyatının kıyaslanması ve halk edebiyatının divan edebiyatına üstün olduğunun gösterilmeye çalışılmasıdır. İkincisi, Arapça ve Farsça kelimeler ile Öztürkçe kelimelerin karşılaştırılmasıdır. Üçüncüsü de, gelecek için Arapça ve Farsça edebiyatın değil, Orhun Yazıtları’na kadar giden ürünlere yaslanmanın önerilmesidir.

1928’de alfabe değişmiştir, ancak dilde Arapça ve Farsça kelimelerin varlığı devam etmektedir. Oysa Cumhuriyet, yazılışları ve telaffuzlarıyla eskiyi, İslam medeniyetini sembolize eden bu kelimeleri geleceğe taşımak istememektedir. Alfabe yeni ama kelimeler ve onların simgelediği anlamlar eskidir, ortada ciddi bir uyumsuzluk vardır. Falih Rıfkı Atay bu uyumsuzluğu “Osmanlı sanatı yalnız bir ruh hastalığı değil aynı zamanda bir kulak hastalığıdır” diye tarif eder. (s. 52) Ataç’ın kanaati de aynı yöndedir:

“Yeni Dil Cemiyeti’nin meydana koyacağı eserleri en fazla sabırsızlık ve heyecanla bekleyen sanat ve sanatkârdır. Bundan sonra Türkiye’de Öztürkçeyi sevenlerden başka sanatkâr yetişmeyecek olması, sanat mukavemetinin ortadan kalkması, ruh ve kulak hastalığından kurtuluşumuz, kurultay eserinin pek çabuk, zannedildiğinden çok daha çabuk muvaffak olunacağının en sağlam delillerindendir.” (s 53)

Sert, Dil Devrimi’nin bayrağını taşıyanların bu sert Osmanlı karşıtı düşüncelerinde Ziya Gökalp’in etkisinin altını çizer. Zira Gökalp, Türk “harsı”nın gelişmesini engelleyen Osmanlı kültür ve edebiyatının tümüyle devre bırakılması gerektiğini belirtir. Gökalp’ten feyz alan Cumhuriyet elitleri de, Osmanlı ve Osmanlı’ya ait kurumları Türk ulus-devletleşme sürecinin “öteki”si kılar. Binaenaleyh, dil bağlamında “halktan uzak ve anlaşılmaz olan” Osmanlıca, edebiyat bağlamında da “insanları miskinliğe götüren” Divan Edebiyatı ötekileştirilir.

Osmanlı şiir ve nesrinin ötekileştirilmesi, dil ve edebiyat için yeni bir kaynak bulmayı gerektirir. Yeni dil artık Orhun Yazıtları’na, Kutadgu Bilig’e ve Dede Korkut Oğuznameleri’ne dayanacaktır. Çünkü bu kaynaklardaki dil hem içerik ve söyleyiş açsından uygundur, hem de “işlenmiş bir medeniyet dilidir.” Arapça ve Farsça kelimelere dayalı dil ne kadar “korkunç ve heyecanlı” ise, Kutadgu Bilig’in dili o kadar “sade, vakur ve sakindir.” Türkçe eskinin karmaşışından yakasını sıyırmalı, sadeleştirilmelidir.

I. ve II. Dil Kurultaylarında hâkim olan bakış, gazetelerin ve dergilerin diline doğrudan etki eder, Öztürkçe odaklı bir edebiyat doğmaya başlar. Ancak meydana çıkan Öztürkçe dil, günlük Türkçeden çok farklı olduğu ve yazılanları halk anlamadığı için, bütün Öztürkçe şiirlerin ve metinlerin altına mini sözlükler konur. Öztürkçenin ivme kazanmasında, Atatürk’ün bizzat bu kelimelerle konuşup yazması çok önemli bir rol oynar.

Atatürk’ün Öztürkçe konuşması ve yazması, bürokrasinin dilini de değiştirir. 1924’te dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, resmi yazışmalarda Öztürkçe kullanılmasını bildiren bir genelge gönderir. CHP’nin kurumsal dili de değişimden nasibini alır; partinin program ve tüzükleri “arı bir Türkçe” ile yazılmaya çalışılır. Matbuat Umum Müdürlüğü, Reisicumhur’un bir dileği olarak, gazetelere “Öztürkçe yazıların başmakale yerinde, bölünmeden ve öteki yüzlere atılmadan yazılmasını” içeren bir tebliğ gönderir.

Buna mukabil, CHP Genel Merkezi’nin yayınladığı ve amacı Kemalist ideolojini umdelerini olgunlaştırmak ve Kemalizmi halka mal etmek olan Ülkü dergisi, dil devrimine daha ihtiyatlı bir yaklaşım gösterir. Nurullah Ataç’ın “Devrimin dergisi” diye taltif ettiği Varlık da, Dil Devrimi’nin yanında durmakla beraber yayınlarında aşırılıklardan uzak durur. Varlık, devrimin gerekleri ile dilin sahip olması gereken estetik, ahenk ve zevk arasında bir denge kurmaya azami özen gösterir.

kitap.jpg

“DİLİ BİR ÇIKMAZA SAPLAMIŞIZDIR”

Hülasa bir seferberlik ilan edilir, devlet tüm gücüyle Öztürkçenin yaygınlaşması için çabalar. Ancak murat edilen neticeye ulaşılamaz, devletin istediği dilin yerleşmesi öyle “ol” denilince olacak bir iş değildir. Gazetelerde çoğu zaman yazarından başka kimsenin anlamadığı yazılar çıkar. Kantarın topuzu öyle bir kaçırılır ki, iş Türkçe kelimelere bile Öztürkçe karşılık bulunmasına varır. 1935’in sonuna gelindiğinde, Atatürk de bunun çıkmaz bir yol olduğunu görür. Falih Rıfkı anlatır:

“Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti: ‘Dili bir çıkmaza saplamışızdır’ dedi. Sonra da ‘Bırakırlar mı bu dili çıkmazda? Hayır, ama ben de işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız’ dedi. İstiyordu ki, Türkçeden mümkün olduğu kadar çok kelime bırakalım, ancak bu kelimelerin Türkçe olduğunu izah edebilelim.” (s. 74)

Dilde yaşanan büyük karmaşayı çözmek için imdada Güneş Dil Teorisi (GDT) yetişir. GDT, esas olarak, dünyadaki bütün dillerin Türkçeden doğduğunu ileri sürer. Bu yönüyle son derece işlevseldir. Çünkü eğer her dilin kaynağı Türkçe ise, yabancı olduğu addedilen kelimeler de özünde Türkçedir. Madem özleri Türkçedir, o halde bu kelimeleri Türkçeden çıkarmaya da hacet yoktur. Yapılması gereken, onların Türkçe olduklarını kanıtlamaktır. GDT’den sonra dilde sadeleştirmenin ateşi düşer.

“LİSÂNDA ISLÂHAT YAPILABİLİR AMA LİSÂNIN HARİCİNE ÇIKILAMAZ”

Bütün bu bilgiler, bir taraftan devletin el atmasının edebiyatı nasıl etkilediğine, diğer taraftan da yazarların dil devrimine karşı farklı tepkilerde bulunduklarına işaret eder. 1930’lardaki dil devrimi, şüphesiz dile ve edebiyata tesir eder ama bu tesir sınırlı olur. Büyük bir şevk ve devlet desteğiyle dolaşıma sokulan Öztürkçe kelimelerin büyük bir kısmı toplum tarafından kabul görmez, silinir gider. Ama Öztürkçenin yazılı ve sözlü dilde benimsenen kelimeleri sonraki dönemlerde varlıklarını sürdürürler.

Evet, devlet güçlü olabilir. Bütün mekanizmalarıyla var gücüyle çalışabilir. Kendine bağlı aydınlarla bir seferberlik ruhu içinde hareket edebilir. Ama bu, tamamen yeni, kendisini idealize ettiği bir dili yaratabileceği anlamına gelmez. Zorlamayla ve emir-komutayla yeni bir dil yaratılamaz. Bize 1899’dan seslenen Şemsettin Sami’nin haklılığı şüphe götürmez:

“Lisân hiçbir vakit sun’i olamaz… Lisânlar tabiîdir. Edebiyyat halkın söylediği lisana tabidir. Onun dâhilinde ıslâhat ve tezyinat yapılabilir. Lâkin haricine çıkılamaz.”

Velhasıl dil, emir ile hizaya sokulamaz.

“Edebiyat Devrimi” bunu bütün açıklığıyla ortaya koyar bir eser; niyeti olanlar için bu kitaptan alınabilecek çok ders var.

kararortak.jpg


* Hâle Sert, Edebiyat Devrimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2024.

VAHAP COŞKUN KİMDİR?

Lisans ve yüksek lisansını Dicle Üniversitesi’nde, doktorasını Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. İnsan hakları, Türkiye siyaseti ve Kürt meselesi üzerine çalışmaları bulunan Coşkun, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir