Avukat Abbas Bilgili, kendini eleştirmeyi başaranların edindikleri tecrübeleri kaleme aldıkları kitaplarla okuyucuya aktarmasının önem taşıdığını kaydediyor.
Özeleştiri kitapları hep dikkatimi çekmiştir. Özellikle de siyasi alandakiler daha da dikkat çekici. Önemli hayat tecrübesinden geçtikten sonra kendisini ve mahallesini eleştiren, eleştirebilen kişilerin söylediklerini kıymetli bulmuşumdur. Yazılanların doğruluğu yanlışlığı bir yana, bunu yapabilmek bir cesaret ve özgüven işi. Elbette okuyucunun katılmadığı yönleri olabilir ama ciddi bir hayat tecrübesine dayanan görüşlerin büyük ölçüde isabetli olduğunu da yadsımamak gerek.
Son günlerde bu alanda okuduğum Sadi Yumuşak’ın Laboratuvar Günlükleri (Liberte Yayınları, 2023), üzerinde durmayı gerektiren bir önemde diyebiliriz. “Bilimsel Sosyalizm” Deneyleri 1975-1990 alt başlığından da anlaşılacağı üzere yazar, sosyalizm deneyimlerine ve yaşadıklarına bir laboratuvar gözüyle bakıyor. Esasen tarih denilen süreç de bir insanlık laboratuvarıdır ve yazar da bu büyük laboratuvarda ideolojisini ve deneyimlerini gözden geçiriyor.
Yazar Sami Yumuşak, 1958 doğumlu ve sol hareketlerin içinde oldukça aktif olarak bulunduğunu yazdıklarından anlıyoruz. Lise yıllarında İGD’de (İlerici Gençler Derneği) aktif görev almış. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) öğrenci iken, sosyalist ideal uğruna üniversiteyi bırakmış, sonrasında TKP’de (Türkiye Komünist Partisi) görev almış. Yurt dışına çıkarak Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku Ülkeleri, Kuzey Kore ve Küba gibi sosyalist pratiğin yaşandığı ülkelerde temsilci olarak bulunmuş, uygulamayı yerinde görmüş biri. 1975-1990 döneminde yaşadıklarını özeleştiri de yaparak samimi biçimde yazmış. Ciddi bir hayat deneyiminden geçtikten sonra yaşadıklarını eleştiri süzgecinden geçirerek, yaşanan hayâl kırıklıklarını da vurgulayarak samimi biçimde yazılan anılar hem ilginç hem de kıymetlidir. Bu kitap da bu bağlamda hayli ilgi çekici geldi.
Daha lise yıllarındayken Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri isimli ünlü kitabıyla hayatının değiştiğini belirtme ihtiyacı duymuş yazar. Esasen bu kitap bütün dünyada solun el kitabı olarak bilinir. İçeriği ile genç beyinlere bütün sorunların çözümünü sunan bu kitap, bir lise öğrencisi olan yazarı da büyülüyor. Evrenin bütün sırlarını açıklayan, adeta büyüleyici bir etki yaptığını belirtiyor. Bu kitap benim için adeta Alice’in Harikalar Diyarına açılan tavşan deliği oldu diyor (sh. 16). Genç beyine harikalar diyarı sunan bu kitabı okumakla hayatı değişen yazarımız, Türkiye Komünist Partisi’nin bir mensubu olarak “dünyayı harikalar diyarı haline getirmek için” elinden geldiğince çalışmış.
Gençlikteki tek yanlı ideolojik okumaları sağlıksız beslenmeye benzeterek, benimsedikleri “özgürlük zorunluluktur” görüşünün Nazilerin toplama kamplarının kapısına yazdığı “çalışmak özgürlüktür” şiarına benzediğini hiç aklımızın kenarından bile geçirmiyorduk diyor (sh. 32,3). Ve anti Stalinist ve demokratik sosyalist yazar George Orwel’in Hayvan Çiftliği ile 1984 isimli eserlerini Marksizmden önce okusaydım farklı olabilir miydim diye de soruyor (sh. 34).
Dünyayı kurtaracak bir dava ya da devrim uğruna okuluna düzenli devam etmek yerine gençlerin sosyalist örgütlenmesine yoğunlaşan yazarın samimi itiraflarına rastlıyoruz. İstanbul’da devrim için gençleri örgütlemeye çalışırken, Ankara’daki okulu SBF’de kendisinin yerine başkalarının sınava girdiğini belirtmesi (sh. 104) hayli ilginç. Benzer bir vahim durum da daha önce üniversite sınavlarında çok başarılı olmuş İGD’li öğrencileri başkalarının yerine sınava sokarak Ege Üniversitesi’nde İGD’li öğrenci sayısını artırdıklarını belirtmiş olması (sh. 173). Bu satırlardan anlıyoruz ki, devrim ya da dava uğruna her yol mubah görülüyor ki, zaten yazar da devrimci ahlaktan bahsederken, “partinin çıkarlarına hizmet eden her şey mubah” görüşünün devrimci ahlaka uygun olduğunu belirtiyor (sh. 333). Belirtelim ki, dava için her yolun mubah olması sağcı örgütlenmelerde de fazlasıyla mevcut.
Yazar, 1977 yılında Taksim’deki 1 Mayıs kutlamalarında 40 kadar kişinin öldüğü mitingte İGD’li olarak bulunmuş ve yaşadıklarını, gözlemlerini anlatıyor. 1 Mayıs Mitinginden birkaç hafta öncesinden Maocularla kendileri arasında bir çekişme yaşandığını, bir hafta önceki afişleme çalışmalarında bile karşılıklı olarak birkaç kişinin öldüğünü belirtiyor. DİSK’in Maocuları 1 Mayıs Mitingi’ne almak istemediğini, onların da katılmak için ellerinden geleni yaptığını söylüyor. İlk silah kullananın Maocular olduğunu ve ilk silah sıkma ile bir haç kişinin öldüğünü, bunun üzerine meydanda bazı kişilerin ellerindeki silahları çıkararak havaya ateş ettiklerini, ölenlerin çoğunun meydandan kaçmaya çalışırken Kazancı Yokuşu’ndaki izdihamda ezilmekten öldüklerini, tecrübesizlikten dolayı DİSK’e ait bir kamyonun yolu tıkayacak biçimde park edildiği için izdihama neden olduğunu da belirtiyor. Polis panzerinin altında kalarak ölen birkaç kişi olduğunu da yazıyor. Yazara göre “Maocular yine yapacaklarını yapmışlardı.” (sh. 87). Yani otelin çatısından halka ateş edildiği iddiasının doğru olmadığını, olayı Maocuların başlattığını söylüyor.
Yazar, 28 Temmuz-5 Ağustos 1978’te Küba’da yapılan 11. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’ne Türkiye’den giden 30 kişilik ekibin içinde Küba’ya gidiyor. Küba’ya gidiş Moskova üzerinden yapılıyor. Moskova’nın o zamanlar sosyalistler için ne kadar önemli olduğunu vurguladıktan sonra Lenin mozolesini ziyaretlerini de ilginç benzetme ile anlatıyor; “Mozolede camekan içinde mumyalanmış halde yatan Lenin’in önünden gözlerimizi hiç ondan ayırmadan geçen biz Sosyalistler ile Hırka-i Şerif ya da Sakal-ı Şerif önünden geçen Müslümanlar arasında ritüel olarak ve psikolojik açıdan hiç fark yoktu” diyor (sh. 127).
Moskova’dan Küba’ya gidiliyor. Küba’nın diğer sosyalist ülkelere göre oldukça farklı olduğunu belirttikten sonra benzerliğe de değiniyor. Sosyalist ülkelerdeki “tek adam” durumunun istisna olmadığını Fidel Castro üzerinden anlatıyor. İşte Castro: “Elbette o sıralarda üzerinde haki renkli asker üniforması, başında asker kepi ve belinde tabancası ile karşımızdaki kürsüde uzun uzun ateşli devrim nutukları atan o sakallı adamın o ülkenin hem genelkurmay başkanı, hem cumhurbaşkanı, hem başbakanı, hem de ülkedeki tek siyasi partinin, yani devlet partisinin lideri olduğu üzerinde hiç düşünmüyor, rahatsızlık duymak bir yana, bunda en ufak bir tuhaflık ya da yanlışlık görmüyorduk.” (sh. 133)
12 Eylül 1980 darbesinden sonra yurt dışına çıkan yazarın darbe öncesine dair önemli tespitlerinden biri de, 70’li yıllardaki ideolojik sağ sol çatışmalarının darbeye yol açacağını görememiş olmalarına değinmesidir. Devrim ve sosyalizm için mücadele ettiğini söyleyen bütün grupların politik körlük, aymazlık ve hayalperestlik içinde olduğunu da vurguluyor (sh. 150). Bizim daha çok sağcı İslamcı ideolojide gördüğümüz biat kültürünün katı örgütsel sol ideolojideki varlığı da “biat kültürünü abartılı bir şekilde uygulamışım o zamanlar” (sh. 221) cümlesinde kendisini gösteriyor.
Kitaptaki hayli ilginç bir başka bölüm de Kuzey Kore ziyareti. 1981’de Doğu Berlin’deyken, İGD Genel Sekreteri Alaiddin Taş ile birlikte Kuzey Kore gençlik örgütünün kongresine katılmak için kendilerine görev verilmiş. Kısa süren Kuzey Kore ziyareti beni hayli güldürdü. Zaten kendileri de Kuzey Korelilerin yanındayken ciddi göründüklerini, ama otellerine gelip baş başa kaldıklarında kahkaha ile güldüklerini yazıyor. Bu tuhaf ülkede lidere tapınmanın nasıl bir şey olduğu örnekleri ile anlatılmış (sh. 233-241). Anlatılan lider, bildiğimiz totaliter liderlerden çok daha fazlası, adeta bir Tanrı! Yapmadığı ve yapamayacağı bir şey yok! Bu Tanrı’nın yaptıklarını okuyunca eminim sizler de güleceksiniz.
Dikkat çekici bir diğer bölüm ise 1984’te Bulgaristan’da Türklere yapılan asimilasyon konusu. Bizim nesil çok iyi hatırlar; o dönemde bu baskı nedeniyle çok sayıda Türk, Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelmek zorunda kalmıştı. Hatta Tayyip Erdoğan o zamanlar Refah Partisi İl Başkanı idi ve Bulgaristan’dan gelen Türkler aleyhine yaptığı konuşma bugün de YouTube’da duruyor, gelenlerin ahlakımızı bozacağını dahi söylemişti. Kitabın yazarı işte bu olayı da samimi biçimde anlatıyor ve Bulgar hükümetinin Türklere yaptığını sosyalizm gibi evrensel bir düşünceyle bağdaştıramadıklarını ama hep sustuklarını, seslerini çıkartmadıklarını belirtiyor (sh. 301-310). Burada hakkını yemeyelim, 1984’teki bu olay konusunda, sosyalist diktatörlüklerin temelleri yavaş yavaş çatırdamaya başlayınca TKP, 1989’da Bulgaristan’ın Türklere yaptığını “insan hakları suçu” olarak değerlendirmiş (sh. 416).
Yazarın yurt dışı macerası daha çok İngiltere’de geçiyor ve oradan çoğu sosyalist olmak üzere bir çok ülkeye seyahat ediyor. Londra’da TKP’den ayrılan Yürükoğlu grubuyla olan çatışmaları da uzun uzun anlatılmış. Yürükoğlu’nun 1970 Gediz depremi için toplanan parayı partinin kasasına attığı (sh. 333) ve bu grubun İngiltere’de adi hırsızlık işlerine de bulaştığı da iddia ediliyor (sh. 330). Yine bu grup için tarikat gibi çalıştıkları ve başındakinin de tarikat şeyhi gibi olduğundan bahsediliyor (sh. 245).
Kitabın son bölümünde Sovyetlerin çökmesi üzerine büyük bir hüsran ve pişmanlık şöyle itiraf ediliyor; “Meğer bizler bu trajedinin ancak son perdesinde sahne alabilen figüranlarmışız, haberimiz yokmuş” (sh. 461). “Bizler o binanın sadece ön cephe kaplamasına ve terasında göğe fırlatılan havai fişeklere hayran hayran bakarken, meğer içinde paslanıp çürümüş demirleri ile kolonları, kirişleri çöktü, çökecek bir haldeymiş ve biz bunları fark edip gereğini yapacak düzeyde sezgi, bilgi, bilinç ve becerilerden yoksunmuşuz” (sh. 461).
Marksizmin diyalektik felsefesinin her kapıyı açacağına inanan yazar (sh. 257), kitabın başında bahsettiği Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri, isimli kitabına son sayfada da değinme ihtiyacı duyuyor. İşte alıntı yapmayı hak eden bir uzun cümle; “Benim aklımdan çıkaramadığım pişmanlıklarım lise 2. Sınıfta felsefe öğreneceğim diye Fransız Komünist Partisinin eğitmenlerinden Politzer’in Marksist-Leninist felsefe kitabını alıp yıllarca bir çok insana da bunu felsefe diye satmak, özgürlük idealimi totaliter bir diktatörlük doktrinine, barış idealimi ise militarist bir ideolojiye teslim ederek Kızıl Meydan’da Lenin Mozolesi önünde nöbet değişimi yapan Kızıl Ordu askerlerini huşu içinde izleyip onlar gibi kaz adımlarıyla yürümek, bu yolda üniversite eğitimimi feda ve heba etmek, bir okul arkadaşımın ağabeyine bir-iki yumruk atmak gibi şeyler oldu.” (sh. 481).
Verdiğim örnekler dahi bu kitabın okunmaya değer olduğunu gösteriyor. Hangi görüşten olursa olsun, kendini eleştirmeyi başaranları önemserim. Yaşadıklarını yorumlayarak anlatan yazara her konuda elbette katılmamız gerekmiyor. Ama çok önemli olaylara tanık olmuş birinin gözlemlerini ilginç ve yararlı bulacağınızı düşünüyorum.