Görüşler

Bâb-ı Âli’nin kara günleri...

Bâb-ı Âli’nin kara günleri...

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Bâb-ı Âli’de neşriyâtıyla ve yönetimiyle yekpâre hiç sol gazete çıkıp çıkmadığı sorulduğunda, hayır derim” ifadesini kullanıyor.

Tan gazetesi bahis konusu olunca Sertellere solcu demiyorlar mı, sigortalarımı çatır çutur attırıyorlar; yahu köle niyetine adam çalıştıran onlar değil miydi? Sertelleri patronluktan solculuğa terfi ettiren palavracı takımı Nâzım Hikmet’in bile orada karın tokluğuna musahhih olarak çalıştığını elbette biliyor da, hakikatı söylemek nedense işlerine gelmiyor. Siz siz olun, şimdilik sadece Nâzım’ın patronlarına öfkesini, “Ve ben şâir musahhih / ve ben her gün / iki liraya / iki bin kötü satır okumaya / mecbur olan adam” şeklinde döktürdüğünü aklınızın bir kenarına not düşün. İnanın, şâyet Cumhuriyet Halk Partisi salaklığı 4 Aralık 1945 günü Bâb-ı Âli Yokuşu’na çıkarmasaydı, bugün Tan ismi bir iki akademisyenin dışında kimsenin aklına gelmezdi.

3 Aralık 1945 günlü Tanin gazetesinde birinci sayfanın beşinci ve altıncı sütunlarına “Kalkın Ey Ehl-i Vatan!” ve “Bir vatan cephesine lüzum vardır” başlıklarının atılması, hükûmetin önceden tasarlayıp örgütlediği sindirme eyleminin tatbiki için işâret olmuştur. Aynı günün akşamındaysa, Cumhuriyet Halk Partisi yurtlara talimat uçurarak, öğrencilerden Tan gazetesi aleyhine yapılacak nümayişe katılmalarını ister. Ertesi sabah Bâyezîd Meydanı’nda toplanan üniversite öğrencileri, ellerinde Atatürk’ün ve İnönü’nün fotoğrafları, dillerinde “Kahrolsun Serteller!” ve “Kahrolsun komünistler!” sloganlarıyla saat 10.00 sularında Cağaloğlu’na inmişlerdir. Bu nümayiş 5 Aralık 1945 günlü Tanin’de “Üniversite gençliğinin tezahüratı” ve “Yüksek tahsil gençliği dün yaptığı muazzam mitingde Kemalizm Rejimine bağlılığını teyit etti” başlıklarıyla haberleşecektir. Peki, gençler Kemalizme bağlılığını ne şekilde göstermişti, bilen var mı? Sakın ha, cazcuz edip kör yılan yemiş gibi gitmeyin, ben söyleyeyim: Önce Tan’ı, ardından kıçlarına nişadır sürülmüşcesine Beyoğlu’na çıkıp İstiklâl Caddesi’ndeki Berrak’ı, Kumbaracı Yokuşu’ndaki Yeni Dünya ve La Turquie matbaalarını, Bâb-ı Âli’ye dönüşlerindeyse Anadolu Ajansı’nın karşı sırasındaki ABC Kitabevi’ni tahrip ederek. Bağlılığın cukcuklamasına bakın ki, muhacir ağzıyla ancak breh breh breh denilebilir.

Bâb-ı Âli’de neşriyâtıyla ve yönetimiyle yekpâre hiç sol gazete çıkıp çıkmadığı sorulduğunda, hayır derim. Çünkü, bizde en başta muhalif olmakla solculuk birbirine karıştırılıyor, bir de gazetenin neşriyât çizgisiyle yönetim tarzı. Belki sadece Arif Oruç’un Yarın’ı için öyle kolayca bir şey söyleyemem, ama ‘61 ve ‘62 yıllarındaki Tercüman’ın yönetsel anlamda matbûatımızın yegâne solcu gazetesi olduğunu yazarsam da, bazılarının bok olmadan kokmaya kalkacağından eminim. Asker korkusundan Demokrat Parti düşüncesinin sesi olup olmakta tereddütler yaşamaya başlayan Tercüman’ın 1 Ekim 1960 günü Cemal Hünal’dan Nihat Karaveli’ye geçişine tanık olanların bir kısmı hâlâ hayatta. Ne var ki o da baskılara dayanamamış ve gazeteyi 3 Temmuz 1961 günü madenci Ragıp Kutmangil’e satmıştır. Madenci, ağzı kıllı bir adamdır, ancak gazetecilere Arap fıdılına dönmüş işçi muamelesi çekmeye kalkışınca, Tercüman çalışanları ayaklanıp onu yaka paça kapının önüne koyuvermişlerdir. Öyle açıkta mahzen görmüş gibi sırıtmayın, muharririyle çizeriyle ve mürettibiyle musahhihiyle birlik olup da patron deviren yegâne sol yöntemli Bâb-ı Âli devrimini milliyetçi ve mukaddesatçı Tercüman işçileri yapmıştır. Bu devrimse, 11 Ekim 1961 günlü Vatan gazetesinin birinci sayfasından, üç sütuna “Tercüman gazetesi işçilerin oldu” manşetiyle halka duyurulmuştur. Celalettin Çetin’den mealen söylersek, Semih Balcıoğlu’nun ve Tevfik Erol’un üzerinden mülkiyeti Kemal Ilıcak’a geçene kadar da Tercüman çalışanlarının ve okurlarının müştereken çıkardıkları bir gazete olacaktır.
Tercüman’ı bırakıp yeniden matbûatımızın anlı şanlı provokasyonlarına dönsek iyi olacak: Haklısınız, Mithat Perin’in İstanbul Ekspres’i Hüseyin Cahit’in Tanin’ine nal toplatmıştır.

Bana, Mithat Perin mi yoksa gazetenin yayın yönetmeni Gökşin Sipahioğlu mu daha karanlıktı diye soracak olursanız, inanın bir şey diyemem. Muhtemelen ikisinin de Seferberlik Tetkik Kurulu ile bir şekilde irtibatı vardı, hatta gazetenin ikinci baskısına şıppadak kâğıt tedarik eden Fuat Büke bile onlardan olabilir. Baskı adedi otuz bini bulmayan İstanbul Ekspres’in 6 Eylül 1955 günü “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradığı” manşetiyle çıkarılıp da, yönetiminde Hikmet Bil’in, Hüsamettin Canöztürk’ün, Orhan Birgit’in, Ziya Somer’in ve Kamil Önal’ın bulunduğu Kıbrıs Türktür Derneği’nin el vermesiyle o gün ikinci baskı yapması ilginçtir. Birileri tarafından önceden Sivas, Trabzon, Kastamonu ve Erzincan gibi şehirlerden toplanan elleri sopalı gürûh ise gazetenin matbaadan çıkmasıyla birlikte kamyon kasalarında azınlıkların yoğun olduğu mahallelere taşınmıştır. Sonuçta, sokaklara dağılanlar, resmî kayıtlara nazaran, ev, kilise, manastır, sinagog, okul, fabrika, otel, mağaza, pastahâne ve meyhâne gibi binlerce binâyı tahrip ederek yağmalamıştır. Ölüleri, yaralıları ve de tecavüze uğrayan kadınları geçiyorum. Aslında 6-7 Eylül Olayları’nın, İstanbul Ekspres’ten önce İstanbul Rumlarının aralarında para toplayıp Kıbrıs’taki Rum çetelerine gönderdiklerini yazan Hürriyet gazetesince kaşındığını söyleyenler bulunuyor, Hikmet Bil aynı zamanda gazetenin genel yayın yönetmeni koltuğunda oturduğundan belki bir dereceye kadar haklı da olabilirler, ancak bugün olayların Kıbrıs Rumlarına karşı bir misilleme olduğuna ilişkin yaygın görüş hayli şüpheli hâle gelmiştir. Bana sorarsanız, 6-7 Eylül’ün bizlere gösterilen nedeni Kıbrıs olan farklı amaçlı bir eylem olduğunu söyleyebilirim. Çünkü, tahrip edilip yağmalanan yerlerin sadece yüzde elli dokuzunun Rum, yüzde on yedisinin Ermeni, yüzde on ikisinin Yahudi asıllı vatandaşlarımıza ait olması ve olayların sonrasında azınlıklardan binlerce kişinin İstanbul’dan göç etmesi 6-7 Eylül’ün misillemeden farklı amaçla yapıldığını destekler gibidir.

Sakıza sarmayayım, benim asıl merâkımı 6-7 Eylül’de isimleri geçen Bâb-ı Âli kodamanları gıdıklıyor: Aklımda yanlış kalmadıysa Raffi Hermon isminde bir gazeteci Gökşin Sipahioğlu ile son söyleşilerden birini yapmıştı. Ne var ki, rahmetlinin yanıtlarının süpürülmedik yere sıçmaktan başka bir anlamı yoktu, çünkü yemin billah hâlâ olayları komünistlerin çıkardığını tekrarlayıp durmuştu. Yıllar önce Tayfun Gönüllü’ye konuşan Mithat Perin’in ise bütün sorumluluğu Gökşin Sipahioğlu’nun üstüne yıktığını anımsayacaksınızdır. Peki, Hikmet Bil’e ve Orhan Birgit’e ne diyeceğiz? Biri ‘57 yılında Beyrut Basın Ataşesi oldu, diğeriyse “Öğrenciler Et ve Balık Kurumu’nda kıyma yapıldılar” mealindeki yalan haberleriyle 27 Mayıs öncesindeki öğrenci nümayişlerinin tezgâhlanmasında faal rol oynadı. İkincisi üstüne üstlük ‘74 yılındaki Birinci Ecevit Hükûmeti’ne Cumhuriyet Halk Partisi’nden Turizm ve Tanıtma Bakanı yapılmaz mı, insan fıttırıyor. O yıl garibim Bülent Ecevit’in Özel Harp Dairesi’ni ilk defa Orgenaral Semih Sancar’dan duyduğunu açıklaması bizim karanlıklar prensinin kulağına gidince de, onun öptüm şekerlendi teptim tekerlendi başbakanımızı kıkır kıkır makaraya sardığından eminim.

Bâb-ı Âli’nin kara günleri hep gazetelerin ve gazetecilerin provokasyonlarından fırlayacak değil ya, bir de şehr-i İstanbul’un kara kışları vardır. Aklıma ilk ‘63 kışının gelmesiyse, o afeti Kızılcahamam’da ilkokul öğrencisiyken soba başında gazetelerden günü gününe takip etmemdendir. 15 Ocak 1963 günlü Milliyet gazetesinin “Hava birden on beş derece soğudu” başlığını attığını anımsıyorum, İstanbul’da Terkos Gölü, şehre birkaç saat mesafedeki Tuna, Meriç ve Arda nehirleri, İzmit’te ise deniz donmuştu. Şehr-i dildarımız son otuz iki yılın en soğuk günlerini yaşarken hava sıcaklığının eksi on dört dereceye kadar düştüğü söyleniyordu. Evlerin su boruları donup patlamış, fırınlar çalışmamış, donup ölenlerin cesetleri sokaklarda kalmış ve Kurfallı yakınlarında İstanbul-Edirne treni yüz seksen yolcusuyla kara saplanmıştır. 24 Ocak’ta Hürriyet’in genç genel yayın yönetmeni Necati Zincirkıran da hemen Yüksel Kasapbaşı’nı ve Abidin Behpur Tapaner’ı Kurfallı’ya gidip kara saplanan treni haber yapmaları için görevlendirmiştir.

Gazetenin çift diferansiyelli hizmet aracı olan Inter’in şoförü Yüksel Öztürk’ün onları kapıdan saat 15.30 sularında aldığının tanığı fazladır. Ama, Çatalca’ya iki veya üç kilometre kadar mesâfede gıcır gıcır Inter de kara saplanır. 25 Ocak gecesi saat 23.00’e doğru bir Karayolları ekibi Inter’in yerini tesbit edip 16’ncı Piyade Alay Komutanlığı’na bildirir. Yüzbaşı Selâhattin Kurluklu hemen bir askerî greyder alıp elli kişilik kurtarma ekibiyle birlikte tarif edilen yere gider. Gazetenin aracı görünmeyecek şekilde karla kapanmıştır. Ancak kar yığını iyice aralanabilince dört parmak kalınlığında buz tutmuş Inter ortaya çıkar. Şoför Yüksel Öztürk direksiyon mahallinde kafası öne düşmüş ve öylece kalakalmıştır. Muhabir Yüksel Kasapbaşı kamyonetin arka koltuğundadır, dudaklarından çenesine doğru inen kan kurumuş, uyur vaziyettedir. Abidin Behpur Tapaner ise ön koltukta film ve fotoğraf makinesi çantalarını kucaklamış şekilde donmuştur. Cesetler 25-26 Ocak gecesi Inter’den çıkarılırsa da haberi Hürriyet’e zorlukla ulaştırılır. Suları akmayan ve elektriği kesik olan İstanbul’un her yerle bağlantısı kopmuş, aç kurt sürüleriyse şehre inmiştir. Bütün zorluklara karşın Hürriyet’in 27 Ocak günlü nüshası “Üç arkadaşımız donarak öldü” başlığıyla çıkar. 29 Ocak günlü Milliyet’te ise “Yüz seksen tren yolcusu kurtarıldı”başlığıyla küçük bir Necmi Onur haberi yayınlanırsa da, Abdin Behpur Tapaner’in, Yüksel Kasapbaşı’nın ve Yüksel Öztürk’ün o yüz seksen tren yolcusu için öldüklerinden hiç bahsedilmez.

Hilmi Yavuz söylemişti, Abidin Behpur Tapaner ve Yüksel Kasapbaşı onun Yeni Sabah yıllarından edebiyatçı arkadaşlarıymış.Yüksel Kasapbaşı’nın şiirlerinin ve Abidin Behpur Tapaner’in bir uzun hikâyesinin ancak ölümlerinden sonra kitaplaşmasınaysa ne denir, bilemiyorum. Maalesef bugün ikisi de unutuldular. Sadece onlar mı, hayır, ‘60’lı yılların gazete kamyonları ve şoförleri de unutuldular. Oysa, ‘60’lı yılların gazete kamyonları ve şoförleri Bâb-ı Âli’de gazeteciler kadar şöhretli yıldızlardı. Nevzat Pesen’in ‘64 yılında gazete kamyonlarını ve şoförlerini anlatan “Hızlı Yaşayanlar” isimli bir film çektiğini unutmayalım. ‘80’li yıllarda bile Varşova Hasan lâkaplı Hasan Mutlu’nun şoförlüğü dillerdeydi. Bu yüzden 27 Ocak 1963 gününden sonra Hürriyet’in Inter’ine ne oldu, pek merâk ediyorum. Bir de, Inter’in şoförü Yüksel Öztürk’ün kabrinin bugün ziyâretçileri oluyor mu, onu...

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir