Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk “Cumhuriyetimiz onuncu yılını doldurmadan ilkokulların ikinci ya da üçüncü yılında bütün Türk çocukları Aydınlanma yüzyılını yaşamasalar bile, üçgenin açılarının toplamını bilmekteydi” diyor.
İngilizlerin Görüş Ortamı / İklimi (climate of opinion), Fransızların Işıklar Yüzyılı (le siècle des lumières) ya da Aydınlatma, Işıtma (éclaircissement) yahut da ünlü tarihçi ve düşünür Michelet’nin diliyle Büyük Yüzyıl (le grand siècle), Kant’tan esinlenen Almanların Aydınlanma (Aufklärung), İtalyanların Aydınlanmacılık (illuminismo) dedikleri dönem, akılcı düşünürler ve akılcılığın çağı olan on sekizinci yüzyıldır.
Ancak daha önce bu yüzyılı hazırlayan felsefe, genelde Yeniden Doğuş’la, bir bakıma Aquina’lı Thomas’la birlikte ucun ucun başlamış, felsefe ile din arasındaki ilişki ve üstünlük çatışması, Farabi, İbni Rüşt, İbni Meymun, Bruno gibi düşünürlerce gündeme taşınmış, İngiltere’de Bacon, Fransa’da sırtını bilinçli olarak tanrıbilimsel tartışmalara dönen Descartes ile ivme kazanmış; Hobbes’tan başlayarak Spinoza, Leibniz, Pufendorf, Locke, Berkeley ile yetkinleşmiş, en sonunda da on sekizinci yüzyılın düşünürleriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Voltaire’in değerlendirmesiyle, on sekizinci yüzyıl, bir önceki yüzyılın yarattıklarını çoğaltmıştır. Bütün bu nedenlerle kimi yazarlar, 1620 ile 1780 yılları arasını “akıl ve aydınlanma çağı” olarak adlandırmanın bile sınırları belirlemede yeterli olmadığını vurgulamışlardır.
Tam bu noktada Descartes’ın bu yüzyıla geçişteki önemli yerini belirtmek gerekir. Gerçekten Augustinus’un güçlü ve mutlak özne Tanrı ile insan ilişkisine ve Ortaçağın “ben” kavramının Tanrı kavramıyla özdeşleştirilmesine karşın, çağcıllığın temelleri olan, yöntem, kuşku, düşünme, düşünen özne kavramları Descartes’la birlikte ortaya çıkmıştır. Deleuze ve Guattari’nin dedikleri gibi “düşünüyorum” (cogito) kavramı, üç alt kavramı gün ışığına çıkarmıştır: Kuşkulanmak, düşünmek ve var olmak: “Düşünüyorum, öyleyse varım” (cogito ergo sum). Ortaçağın tanrısal akla bağımlı akıl anlayışının karşısında, artık bağımsız, kuşkulanan, düşünen insana özgü bir bireysel akıl vardır. Bacon da, yerleşik yanlışlara (idoller) karşı savaş açarak bu açılımı sürdürecektir.
Aydınlanma dönemini hazırlayan bu felsefenin özellikleri şöyle sıralanmıştır:
Birinci olarak, Ortaçağın Tanrı anlayışına göre, dünya, değerden yoksun ve durağan bir varlıktır. İnsan ise, günaha girmiş ve cennetten kovulmuş, kendisine biçilen işleve, bu işlevi sorgulamaksızın boyun eğmekle yükümlü bir kuldur, köledir; dolayısıyla özne değildir. Bu yüzden de sorumsuzdur. Buna karşılık Aydınlanma, insan anlayışını değiştirmiş, insanın özne olmadığı tarihi anlayışını reddetmiştir. Bu felsefeye göre insan, özgürdür; yapıp ettiklerinden sorumludur. Dahası yaratıcıdır; sürgit değişen ve oluşan dünyayı ve tarihi biçimlendiren insandır. Dünyasal ve çağdaş (seküler) bir tarih anlayışı, bu felsefenin özüdür. Özetle bu felsefe, yepyeni bir “ak / boş sayfa” (tabula rasa) açan bir felsefesidir. Bu anlayışla birlikte Ortaçağın üniversitelerinde, tanrıbilimde (teoloji) okutulan, dinsel geleneğe, kolektivizme dayanan ve yetkeye (otorite) bağımlı skolastik yaklaşım artık son bulmuş, beynin özgürlüğü ilan edilmiş; söz konusu skolastiğin düşünürleri, üniversitelerden ve skolastiği yansıtan akademik dilden uzak tutulmuşlardır.
İkinci olarak, bu felsefede, düşünce ve akıl, inançtan bağımsızdır. Bu konuda ilk girişimi Aquina’lı Ermiş Thomas başlatmış, Hristiyan tanrıbilimi ile Aristoteles felsefesinin birleşimini yapmıştır. Bu felsefenin izleyicileri ise, özellikle Bacon, Hobbes, Descartes, felsefeyi tanrıbilimin etkilerinden bütünüyle sıyırmışlardır. Aklın “doğal ışığı” (lumen naturale) temel kavramı, aslında Cicero ve Stoacı düşünürlere değin uzanmakta; oradan da ilkin Philipp Melanchthon’dan (14971560) Descartes’a varmaktadır. Aklın, hem insana özgü, hem de maddesel dünyanın temelini oluşturan ve dolayısıyla doğal dinin, doğal ahlakın ve doğal hukukun kurallarını açığa çıkartabileceği ileri sürülmüştür. Locke, Berkeley, Hume, Condillac, Newton, Rousseau, Montesquieu, Diderot, d’Holbach, Helvétius gibi düşünürler, Colbert, Quesnay, de Gournay, de Nemours, Turgot gibi iktisatçılar, Aydınlanmanın düşünsel özneleri, düşünürleridir.
Üçüncü olarak; bu ayrışma, Tanrı odaklı (théocentrique) bir felsefeden insan odaklı (homocentrique) bir felsefeye geçişi ve içeriğin, alanın buna göre belirlenmesini sağlamıştır. Varlığın, değerin, erkin (iktidar, güç), sorumluluğun kaynağı doğaötesi alandan insan odaklı doğal alana, bir başka deyişle Descartes’ın “cogito”suna, insanlarca kurulan değerler dizgesine, toplum sözleşmesine, bireysel iradi sorumluluğa kaymıştır.
Dördüncü olarak, gizemciliğe (mysticisme) ulaşan Tanrı odaklı felsefe, akılcılığa (rasyonalizm) ulaşan insan odaklı felsefeye yerini bırakınca, biricik yetke (güç, otorite) akıl olmuştur. Nitekim 1784’te “Aydınlanma Nedir Sorusuna Bir Yanıt” adlı oylumu küçük, ama içeriği zengin ve bir bakıma Aydınlanmanın amentüsü olan denemesinde Kant, şöyle demektedir: “Ergin olmayış, başkalarının yönetiminde olmadan aklını kullanamamaktır. Ergin oluş ise, başkasının yönlendirmesi olmadan insanın düşünmesi, aklını kullanmasıdır. Dolayısıyla Aydınlanma, insanın, kendisini kendi kusuru ile mahkûm ettiği ergin olmayış durumundan kurtulup kendi aklını kullanarak düşünmesidir. Aklını başkalarının yönetimi altında olmadan kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen kimse, kendisini ergin olmayışa mahkûm eder. O halde “Sapere aude!” Yani “kendi istencinle aklını kullanma yürekliliğini göster!” Kant’ın bu sözü, Aydınlanmanın savsözüdür.” Demek, Aydınlanma, insanın kendi alınyazısını kendisinin belirleyeceği bir “kişilik” kazanması ve bunu dış dünyaya yansıtmasıyla başlayacaktır. Nitekim öyle olmuş, artık her şey, doğa, zihinsel alan, toplum, siyaset, hatta din, doğa ötesi gerekçelerle değil, gerçekçi ve doğa berisi nedenlerle açıklanmaya başlamıştır. Böylece sadece akla değil, bilime de güven sağlanmış; insan düşünen öz, varlık olarak algılanmıştır. Son çözümlemede, artık “insan, doğayı yenecek ve biçimlendirecektir.” Doğa, Tanrı’nın amaçlarına denk düşen bilgi aracılığıyla değil, kendi terimleriyle algılanıp anlaşılabilecektir. Çünkü daha önceleri Galilei’nin dediği gibi, dili matematik olan evrenin odağında Tanrı’nın yerine artık düşünen insan geçmiştir. Bu açıdan belki de Aydınlanmayı en iyi anlatan ozan Alexander Pope’ın (16881774) şu dizeleridir: “Geceleyin doğa ve onun yasaları gizliydi. / Tanrı, Newton (var) olsun dedi ve her şey aydınlandı.” Dolayısıyla bu felsefe, dili matematik olan bir dünya keşfederek akıl ve bilim alanında kalmakta; bilim alanı ile inanç, din alanını ayırarak, Fizyolog Claude Bernard’ın deyişiyle, inancını ve dinini laboratuvarına girerken kapının dışında bırakarak, kısaca inanç ve din alanını çağcıl akıl ve bilim alanının dışında tutarak ve de hukuksal anlatımla, bireysel özgürlük alanına bırakarak dokunulamaz kılmakta ve güvenceye bağlamaktadır (Anayasa, m. 24/1, 3; 25, 26/1). Çünkü Locke’un dediği gibi “İnanç özgürlüğü asıldır ve yargıçlar (Devlet) insanların ruhlarını kurtarmaya yeltenemezler.”
Artık bundan böyle akıl ve bilim iktidardadır; “bilgi güçtür” (Bacon); hem de biricik güçtür ve her türden ilerlemenin de biricik anahtarıdır.
Beşinci olarak, bu felsefeyle birlikte etik de, dinsel içeriğinden soyutlanmıştır; doğacıdır. Ahlakın, dolayısıyla hukukun değer biçici (normatif) kuralları, inançtan değil, insandan yola çıkılarak belirlenmeye başlanacaktır.
Altıncı olarak, bu felsefe, toplumu insanın kotardığı iradeler bileşkesi olan sözleşmeye dayalı bir yapı olarak ele almaya başlamıştır. Tanrısal istençten (irade) yalıtılmış toplum da, egemenlik ve bireycilik anlayışına ulaşmıştır. Burada çıkış noktası, insandır. İnsan, hakların savunulması odağında yer alan akılcı (rasyonel) bir varlık ve değerdir. İnsanın doğasında yer alan bu hakların her biri, kullanması için insana ayrı ayrı erkler sunmuştur. Devlet, dolayısıyla hukuk ise, özünde bu erklerle donatılmış böyle bir insan için vardır.
Yedinci olarak, bu felsefe ile birlikte çürütülemez nitelikteki inanç alanı ile sürekli çürütülebilir bir alan olan bilim alanı birbirinden ayrıldığı için, Devlet de bu doğrultuda laiklik ilkesini benimsemiş; benimsemeye mecbur olmuştur. Dolayısıyla çürütülemez olan inanç alanı tartışma dışında kalmış, güvence altına alınarak sonu gelmeyen bilim ve din çatışmasına son verilmiştir.
Görülüyor ki, “Aydınlanma”yla birlikte Kant’ın yukarıdaki formülüyle insanın düşünce ve eylemlerinde özgür, kendi alınyazısının efendisi ve eylemlerinden sorumlu olduğu benimsenmiştir. Gerçekten insan özgürdür. Çünkü yaşamı, kendi tasarımından, gelecek odaklı etkinliğinden başka bir şey değildir. Özgürlük tarihi, bir dizi düzenleme, tanımlama, özetlemeden ayrı ve aynı zamanda düşünsel keşif ve buluşlardan oluşur. Düşünceler, düşüncelerden doğar ve başka düşünceleri doğurur. Nobert Elias’ın terimiyle özgürlüğün “toplumsal kökeni” (sociogenesis), bağımlılıklar ağında ve dolayısıyla insan etkileşiminin art arda değişikliklere yol açan ve özgürlük söyleminin dile getirdiği irili ufaklı toplumsal temsil dönüşümlerini ve kaymalarını anlatır.”
İşte bu felsefe, suç hukukunu da etkilemiş, özellikle Aydınlanma döneminde bu etkileme en uç noktalara dek varmıştır.
Böylelikle “Aydınlanma” kavramı, Batı’nın on sekizinci yüzyıl düşüncesine ya da felsefe kültürüne yahut da çağdaş ve çağcıl Batı Avrupa’da, yine o dönemde yaşanan toplumsal, siyasal süreçlere gönderme yapmak üzere kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu felsefe doğal olarak elbette suç hukukunu da etkileyecekti. Nitekim öyle de olmuş, özellikle Aydınlanma döneminde bu etkileme en uç noktalara ulaşmıştır.
Bütün bunlar gözetildiğinde belki de on sekizinci yüzyıl için en iyi adlandırma “Işıklar Yüzyılı”dır. Çünkü “Aydınlanma,” aklın ışığının aydınlatmaya çalıştığı karanlığın ne olduğunu bilmekle anlaşılabilir. Karanlık, insan gereksinmesinin karşılanması için düşünürlerce benimsenen din anlayışının değil, Avrupa Hıristiyanlığının kabuklaştırdığı düşünceden uzak, akla ters düşen, dogmatik anlayışın ürünüdür. Bağnazlığı, hoşgörüsüzlüğü, boş inancı, aldatmayı ve softalığı içeren Aydınlanma öncesi duruşlar, Aydınlanma’nın ışıklarıyla son bulmuş ve geniş bir konu yelpazesini insana sunmuştur: Felsefe, bilim, hukuk, iktisat, siyaset, tarih ve eğitim. Nitekim Milattan neredeyse iki bin yıl önce düzenlenen Hammurabi Yasaları da bu belirlemeyi doğrulamaktadır.
Bu açıdan, Voltaire’in vurguladığı gibi, Aydınlanmayı hazırlayan önceki yüzyılların payları da asla unutulmamalıdır.
Aydınlanma, özet olarak, yaşama ve insana yeni bakış biçiminin, aklın dinin buyruğundan kurtuluşunun ve sağlıklı kuşkuculuğun dönemidir. “Tanrı yoksa bile, insanlar için icat edilmeli” diyen, baskılarla, bağnazlıkla yiğitçe çarpışan Voltaire, hiç kuşkusuz yüzyılın en hırçın ve en korkusuz yazarıdır. Hedefinde dinsel boş inançlar ve buna destek olan Kilise vardır. Romalı Senatör Cato’nun Senato önünde söylediği söylevlerini bitirirken yinelediği “Kartaca yıkılmalıdır, Kartaca’yı yıkalım!” (Delenda est Carthago, dileatur Carthago!” deyişinden esinlenerek “Alçağı eziniz!” (Ecrasez l’infâme!) savsözüyle Kilise’yi ve aynı sözcüklerle II. Friedrich’i hedef alır. O her ülkeden kovulmaktadır. Hollanda’ya elveda yazısı çok ünlüdür: “Hoşça kalın kanallar, hoşça kalın ördekler, hoşça kalın haydutlar!” (adieu aux canaux! adieu aux canards! adieu aux canailles!). Bu yüzden kimileri, özellikle Fransızlar, on sekizinci yüzyıla “Voltaire Çağı” demişlerdir. Bu değerlendirmede bir bakıma gerçek payı da vardır. Avrupa insanının boş inançlarla, dogmalarla tıka basa doldurulan kafasının bilim düşmanlığından, bilinmesinlercilikten (karanlıkçılık, obscurantisme) kurtuluşunu sağlayan bu dönem, en sonunda Fransız Devrimini yaratmıştır. Ansiklopedicilerin Aydınlanma yüzyılında oynadıkları belirleyici rol ile birlikte düşünüldüğünde, kuşku, deney ve akla dayanan bir çağda, kuşkusuz hukuk da payını alacak, daha doğrusu bir dönüşüm yaşayacak; yeni bir düzen kurulacaktır. Nitekim de öyle olmuş; daha insanca ve uygar bir hukuk düzenine doğru yol alınmıştır.
İlginçtir ki, uygarlık (civilisation) sözcüğü de Batı dillerine (sözgelimi, Fransızcaya 1732’de) Aydınlanma çağıyla birlikte girmiştir.
Evet, bu dönemin en hırçın yazarı Voltaire’dir; ancak en büyük düşünürü, kuşkusuz Kant’tır. Kant’ın özetlediği üzere, Aydınlanma, aklın egemenliğinin, biricik yol gösterici olarak aklın benimsenmesinin yüzyılıdır. İnsan, kendi aklının dışında kılavuzlar aradığı sürece vesayet altındadır. Bu anlayışa göre vahye dayanan din, dogmatik doğrularıyla insan bilincini yönettiği için insan, erginliğini kanıtlayamamış, düşünen birey olamamıştır. Görülüyor ki, Kant, döneminde çok etkili olan dinleri ve getirdiklerini, akıl süzgecinden geçirmeden, önsel (apriori) olarak reddetmektedir.
Peki, bu dönemde Osmanlı’da durum nedir?
Bunun yanıtı da aşağıdadır.
Yıl, 1773, yani Batı, Aydınlanma çağını bütün yoğunluğuyla yaşarken Osmanlı’da durum şudur: İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler) de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).
Bırakınız Aydınlanmayı, aynı yüzyılda geçen bu olay, gerçekten dehşet verici, bir o kadar da düşündürücü ve çok üzücüdür. Çünkü olay, Thales’ten ve Pisagor’dan yaklaşık 2.250, üçgenin açılarının toplamını Pascal’dan önce bulan Eukleídēs’ten 2.060 yıl, ilk üç Viyana kuşatmasından neredeyse 245, son kuşatmadan 119 yıl, 1770’te Rusların Osmanlı donanmasını yakmasından üç yıl sonra;1789 Fransız Devriminden 16 yıl önce yaşanmıştır.
Bu olayın bizler açısından asıl önemli ve acı anlamı nedir bilir misiniz?
Matematik ve akla dayandığını göstermek için Akademisinin kapısına “Geometri bilmeyen buraya giremez!” (Ageometretos medeis eisito!) diye yazdıran ve M.Ö. 347’de ölen Platon’dan 2220 yıl sonra bile Osmanlı müderrislerinin hâlâ o kapıdan içeri girmelerinin yasak olması!?
Buna karşılık Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurmadan ilkokulların ikinci ya da üçüncü yılında bütün Türk çocukları, Aydınlanma yüzyılını yaşamasalar bile, üçgenin açılarının toplamını bilmekteydiler.