Eski Adıyaman Milletvekili Adnan Boynukara, Almanya’nın sınırları üzerinde geçici kontrolü genişletmesine dönük uygulamayı işaret ediyor. Kararın hem ‘düzensiz göçü azaltma’ hem de ‘İslami terörizmi durdurma’ gerekçesiyle alındığının altını çiziyor.
Mart 1957 tarihinde imzalanan Roma Antlaşması, insanların serbest dolaşım fikrini esas alıyordu. Bunun sonucu olarak, Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin vatandaşlarının pasaport veya ulusal kimlik kartlarını göstererek serbestçe seyahat etmelerine ilişkin adımlar atıldı. Ancak bu konu, iç siyasi kaygılar nedeniyle, hep tartışmalıydı. Bu kaygıların sonucu olarak, sınır kontrollerinin kaldırılması konusu da tartışmalıydı. Buna rağmen 1985’te dönemin üye devletlerinden Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve Almanya ortak sınır kontrollerinin kaldırılmasına ilişkin bir anlaşma imzalamışlardı. Schengen olarak adlandırılan anlaşma, üye devletler arasında, AB’nin sınır kontrollerini kaldırma yetkisine sahip olup olmadığına ilişkin fikir ayrılığı nedeniyle, AB’den bağımsız olarak imzalanmıştı. 1990 yılında imzalanan antlaşma ile iç sınır kontrolleri kaldırıldı ve vizelere ilişkin ortak kriterler belirlendi.
Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz sürecin, büyük oranda Almanya’nın öncülüğünde yürütüldüğü bilinmektedir. Eylül 2024’te ise Almanya, oldukça farklı bir karar aldı. AB üyesi komşularının tutumlarını gerekçe göstererek, tüm sınırları üzerinde geçici kontrolü genişletmeye karar verdi ve bunu uygulamaya geçirdi. Kararın gerekçesini ise İçişleri Bakanı Nancy Weiser, hem “düzensiz göçü azaltma” hem de “İslami terörizmi durdurma” olarak açıkladı. Bu açıklamada dikkat çeken, “İslami terörizm” kavramı. Açıklamada Solingen kentinde üç kişinin bıçaklı saldırıyla öldürülmesine atıf yapılıyor, ancak detay verilmiyor.
TUTUM DEĞİŞİKLİĞİNİN GEREKÇELERİ
Aslında Almanya’da ortaya çıkan yeni durumun ne olduğunu, hangi gerekçeler üzerine ortaya çıktığını tartışmakta yarar var. Çünkü nüfusunun yüzde 7’sine yakını Müslüman olan ülkenin sert tutum değişikliğinin farklı sonuçları olabilir. Sertlik olasılığının gündeme gelme nedeni ise düne kadar Müslümanlar ve İslam konusunda ‘özgürlükçü’ tutum takınmış olan sosyal demokratların, yeşillerin ve liberallerin dahi pozisyon değiştirmiş olmalarıdır. Bu durumu, topyekûn bir sağcılaşmadan öte, Alman siyasetinde artan İslamofobi’nin bir göstergesi olarak okumak mümkün. Çünkü buna ilişkin farklı veriler de var.
Öncelikle Alman siyasetinin sağcılaşmasına bakmak gerekirse, siyasi analistler bunu iki temel gösterge üzerinden analiz ediyor. Birincisi, oy oranını artıran Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) yükselişi ve bu yükselişin sonucu olarak ortaya çıkan siyasal iklim. Buna örnek olarak, 1 Eylül günü iki eyalette yapılan seçim sonuçları gösteriliyor. AfD, doğudaki Thüringen eyaletindeki seçimleri yüzde 32,8 oranıyla kazanmış ve Saksonya’da ise yüzde 30,6 ile ikinci sırada yer almıştı. İkincisi ise Avrupa Komisyonu Başkanı olarak ikinci kez seçilen ve gücünü pekiştiren Ursula von der Leyen’in izlediği politikalar. Von der Leyen’in, AB yürütmesini siyasi olarak sağa ve coğrafi olarak doğuya doğru ince bir şekilde değiştirdiğine ilişkin değerlendirmeler var. Bu iki gösterge/veri Almanya’da yaşanan son saldırı üzerinden analiz edilip destekleniyor.
PEKİ, ALMANYA’DA OLAN NE?
Almanya’nın sınır kontrollerini yeniden başlatması ve buna gerekçe olarak gösterdiği “İslami terörizmi durdurma” tutumunu bu iki veri üzerinden okumanın yeterli olduğunu söylemek zor. Almanya’nın, kendi vatandaşları olan Türklerin öldürülmesi, yakılması konusunda dahi sağlıklı bir soruşturma ve yargılama yürütmediğine ilişkin güçlü bir kanaat var. Dolayısıyla üç kişinin katledilmesi üzerinden bu denli köklü bir değişimi anlamak zorlaşıyor.
Sağcılaşmayı anlamak için daha sağlıklı verilere de bakılabilir. Mesela, Almanya’da yapılan son araştırmalar ilginç veriler ortaya koyuyor. Buna göre, Thüringen’de AfD’ye oy verenlerin yüzde 52’si “ikna oldukları için” bu partiyi seçtiklerini söylüyor. AfD seçmenlerinin yüzde 87’si, “parti doğru konuları gündeme getirdiği müddetçe aşırı sağcı yatkınlıklara önem vermediğini” vurguluyor. AfD seçmenlerinin yüzde 97’si partinin yabancılar ve mültecilerin Almanya’ya gelmesini sınırlandırmak istemesini olumlu bulduklarını dile getiriyor. Diğer ilginç veri ise AfD’nin en çok oyu 18-24 yaş aralığındaki gençlerden almasıdır. Bu yaş grubundaki gençlerin yüzde 38’i oyunu aşırı sağcı AfD’ye vermiş. Bu oran, 2019 seçimlerine kıyasla yüzde 15’lik bir artış anlamına geliyor. Detaylı bilgiyi merak edenler, İnfratest Dimap’ın araştırma verilerine bakabilir.
SİYASİLERİN MÜSLÜMAN DÜŞMANLIĞI
Bahsettiğimiz iki gerekçe ve seçim sonuçları tek başına ortaya çıkan yeni durumu izah etmeye yetmiyor. Mevcut durumu tam anlamıyla anlamak için Alman siyasetçilerinin/devlet görevlilerinin açıklamalarına ve devletin resmî belgelerine bakmakta yarar var. Bu iki alan, mevcut durumun arkasındaki aklı ortaya çıkarmaya yardımcı olabilir.
Alman siyasetçi ve devlet görevlilerinin açıklamalarına baktığımızda sorun daha net olarak görülebiliyor. Örneğin; iktidardaki ittifakı oluşturan partilerin, şiddet ayrımı yapmadan, Almanya’daki Müslüman kitleyi ‘İslamcılık’ kavramı üzerinden defalarca kınadıkları biliniyor. Aşırılığı, şiddeti ve terör saldırılarını kendi bağlamı içinde kınamaya hiç kimse karşı çıkmaz. Ama İslam ve Müslüman gibi kelimelerin şiddetle birlikte kullanılması hem büyük bir sorun hem de kafalardaki İslam düşmanlığının dışa vurumu.
Bu tutuma ilişkin en somut örneklerden biri, Yeşiller Partisi lideri Kathrina Droji’nin yaptığı açıklama. Droji, “İslam’ın zehrinin sadece yurt dışında değil, burada zihinlere ulaştığını” iddia eden bir açıklama yapmıştı. İfadeye dikkat edilirse, doğrudan bir dinin hedefe konduğu görülür. Droji, daha sonra yaptığı açıklamada, “Ben İslam demek istemedim, İslamcılık demek istedim” dese de bir politikacının bu kavramlar arasındaki farkı bilmemesi mümkün değil. Bu, sahip olunan gerçek görüşün ortaya konmasıdır. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’in Gazze’yi işgalini ve soykırımı destekleyici tutumu, hatta yapılan katliamları “meşru savunma” olarak değerlendirmesi akıllarda duruyor. Bunun yanı sıra AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı görmezden gelen, hatta meşrulaştıran açıklamaları da ortada.
DEVLET BELGELERİNDE MÜSLÜMAN DÜŞMANLIĞI
Siyasetçilerin İslam’a ve Müslümanlara bakışını ortaya koyan birçok olumsuz ifadeden bahsetmek mümkün. Birçok gerekçeden hareketle siyasilerin açıklamalarını kenara koyma imkânı olsa da devletin kayıtlarını ve resmî belgeleri görmezden gelmek mümkün değil. Oldukça yoğun değerlendirmelerden sonra yazıldığı bilinen devlet kayıtları ve belgeler oldukça vahim. Dolayısıyla devlet kayıtları çok daha fazla önem arz ediyor. “İslami tehdit” uyarıları resmî belgelerde ve Alman kurumlarının siyasi açıklamalarında oldukça yoğun şekilde yer alıyor. Örnek vermek gerekirse, Almanya’nın iç istihbarat teşkilatı olan Anayasayı Koruma Ofisi’nin federal web sitesinde, “İslamcıların, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin temel demokratik sistemini tamamen veya kısmen ortadan kaldırmayı amaçladıkları ve kitleyi kendi sistemlerine çağırdıkları” yazıyor. Aslında bu bir ifade değil, kesinleşmiş bir yargıyı ortaya koyuyor.
Anayasayı Koruma Ofisi’nin Bavyera şubesinin web sitesinde ise Müslümanların, “mevcut hukuk sistemi içinde siyasi yollarla aşırılık yanlısı hedeflere” ulaşma çabası içinde olduğu ifade ediliyor. Devletin ilgili birimlerince üretilen bu değerlendirme, “yasal İslamcılık” olarak tanımlanıyor. “Yasal İslamcıların lobiler aracılığıyla siyaseti ve toplumu etkilemeye çalıştıklarını ve örgütler içinde anti-demokratik ve anti-totaliter eğilimler devam ederken kendilerini açık, şeffaf, empati kuran, sempatik ifadeler kullanan ve iletişime açık olarak gösterdiklerini” vurguluyor. Bu değerlendirme hem niyet okuma hem de aba altından sopa gösterme anlamına geliyor.
Bu tür tanımlamalar ve kavramsallaştırmalar üzerinden, kendisini siyasi veya sosyal olarak örgütleyen ve yasaların sınırları içinde faaliyet gösteren herhangi bir Müslüman bireyi veya grubu suçlu saymak kolayca mümkün olabilir. Müslümanların kullanacağı herhangi bir sempatik kavramın, empati kurma çağrısının veya şeffaflık vurgusunun, “yasal çerçevede kalarak ve gerçek niyeti gizleyerek sergilenen bir İslamcı tutum” olarak değerlendirilme olasılığı yüksek. Bu algı çerçevesinde, federal ve bölgesel düzeylerdeki çeşitli kurumlar, yalnızca Müslümanları hedefleyen “radikalleşmeye karşı” programlar başlatmış durumda. Bu, Almanya’da haklı ve etkili olarak kabul ediliyor. Örneğin, “Aşırılıkçılığın Önlenmesi ve Mücadele için Bavyera Ağı” olarak tanımlanan bir grup, Müslüman erkeklerin Müslüman kadınları sömürdüğünü ileri sürüp ırkçı klişeleri içeren videolar yayınlayabiliyor.
Sorun bu tür yayınların yerel yöneticiler tarafından da desteklenmesi. Örneğin, Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisi tarafından yönetilen Bavyera hükümeti, bahsettiğimiz videoyu sosyal medyada yayınlayabiliyor. Müslümanlar ile terör arasında doğrudan ilişki kuran bu tarz videolar, dinlerinin öğretilerine bağlı kalan insanların Alman toplumu için güvenlik tehdidi olarak görüldüğünün ifadesi. Gelen tepkiler üzerine video kaldırıldı ama ilgililerin yaklaşımını anlamak için önemliydi.
ANAYASAYI KORUMA OFİSİ NE DİYOR?
Anayasayı Koruma Ofisi’nin web sitesinde, “İslamcıların devlet tarafından izlendiği” vurgulanıyor. Bu ifade şiddet yanlılarının izlendiği şekilde yorumlanıyor. Ancak devletin amacının ne olduğu, web sayfasında farklı bir yerde ortaya konuluyor. “İslamcı terörizm tehdidi” başlığı altında yapılan değerlendirmede ise “İslamcı terörizmin Almanya’da ve dünya çapındaki Alman çıkarları ve kurumları için oluşturduğu tehdit devam ediyor” deniliyor. Bir sonraki ifadede ise “İslamcı terörizmin, tehdidin, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e yönelik terör saldırısından ve Ekim 2023’te Gazze Şeridi’ndeki askerî çatışmalardan sonra arttığı” belirtiliyor.
Dikkat edilirse, Gazze işgali, soykırım ve 50 bin sivil insanın katledilmesi, “askerî çatışmalar” olarak değerlendiriliyor. 50 bin sivilin öldürülmesini görmeyen, yok sayan Alman devlet aklı, bu katliamlara tepkileri ise “Ortadoğu’daki duruma verilen tepkilerin gösterdiği gibi” diyerek, tepki sahibi herkesi ‘İslamcı’ kategorisinde değerlendiriyor ve tehdit olarak algıladığının altını çiziyor. İlgili rapor dikkatlice okunduğunda, Alman devlet aklının çalışma biçiminin ne denli sorunlu olduğu görülür.
Biliyoruz ki kitle yanlış yapınca devletin güvenlik tedbirleri devreye girer ve sorun çözülür. Ancak devlet ve devleti yönetenler yanlışın parçasıysa veya tarafıysa ne yapılabilir? Bu sorunun cevabı yok. Vahim olan ve şu an Almanya’da yaşanan bu. Küresel güvenlik için sağlıklı işleyen ve şiddet ile şiddet dışı faaliyetleri ayırt eden bir devlet aklının devreye girmesi şart.