‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Fransa’nın 1968 sonrası politik ikliminde ve düşünce hayatında muhafazakârlığın egemen olmasında Raymond Aron ve onun çevresinde bulunan hemen hepsi asistanları ya da eski öğrencileri olan genç entelektüellerin büyük payı vardı” diyor.
Marksist tarihçi Perry Anderson 1968 sonrasında Fransa’nın entelektüel dünyasında radikal soldan muhafazakârlığa geçiş dönemi yaşandığını, sürecin sonunda muhafazakârlığın egemenliğini tesis ettiğini, sağın kültürel üstünlük sağladığını belirtir. Anderson’a göre bir zamanlar devrimci düşüncelerin yuvası olan Paris Avrupa muhafazakârlığının başkentine dönüşmüştür (P.Anderson, In the Tracts of Historical Materialism, Verso Books, 1983 ). Anderson bunun sorumluluğunu yapısalcığa ve post-yapısalcılığa yükler. Tarihsel materyalizmi onların ikinci plana attıklarını belirtir. Ancak sözünü ettiği dönem açısından Raymond Aron ve çevresindeki entelektüellerin etkisini görmezden gelir. Gerçekten 1968 sonrasında liberal muhafazakâr Aron’un düşünceleri yeniden güncellik kazanmış, ilgi görmüştü. Onun bir kamu entelektüeli olarak yeniden öne çıktığı bir dönemdir bu.
Fransa’da 1968 Mayıs’ından hemen bir ay sonra yapılan seçimlerde Gaullist ittifak sol partiler karşısında ezici bir zafer kazanmıştı. Sonuçlar Fransız halkının “sokaktaki sirk havası”na duyduğu hoşnutsuzluğun ve radikal dalgaya karşı cumhuriyeti koruma iradesinin yansıması olarak değerlendirildi. Söz şimdi muhafazakâr Fransa’nındı. Raymond Aron bu koşullarda muhafazakâr Fransa adına söz alacak düşünür olarak görülüyordu. Bu beklentiyi boşa çıkarmadı. Bir başka ifadeyle, Fransa’nın 1968 sonrası politik ikliminde ve düşünce hayatında muhafazakârlığın egemen olmasında Raymond Aron ve onun çevresinde bulunan hemen hepsi asistanları ya da eski öğrencileri olan genç entelektüellerin büyük payı vardı. Onlar 1968’de gözden düşmüş liberal muhafazakâr düşünceye yeniden itibar kazandırmada birinci derecede rol oynadılar. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların öncü Fransız liberal düşünürlerini, bu geleneğin kurucu metinlerini yeniden okuyarak Contrepoint ve Commentaire dergilerinde bu geleneğe yeni bir güç kazandırdılar. Liberal geleneğin yeniden keşfi totalitarizm eleştirisiyle birleşti. Bu çevre açısından liberalizm neredeyse anti-totalitarizm ile aynı anlama geliyordu. (Aron ve çevresinin 1970’lerdeki etkisi konusunda bkz.In Search of the Liberal Moment, ed.S. W. Sawyer &G.I. Stewart, Palgrave Macmillan, 2016, özellikle s. 17-36).
Aslında Aron savaş sonrası Fransa’da adını duyurmuş bir düşünce insanı ve kamu entelektüeliydi. 1945’ten itibaren politik gazetecilik yaptı. Figaro’daki yazıları kamu ile bağ kurmasını, kamuya sesini duyurmasını sağlıyordu. Yazıları ve düşünceleriyle savaş sonrası Fransa’nın kamu hayatında ağırlık kazanmıştı. Bir entelektüelin kamusal tartışmalara dahil olmasını, kamuya yakın olmasını önemsiyordu. Collége de France’de Aron’un asistanı olan Pierre Manent hocasını Cicero ile kıyaslıyor. Manent’e göre Cicero felsefi bilgiyle donamış bir yurttaştı. Yüksek görevliler, yöneticiler ve sıradan yurttaşlar arasında hiç ayırım yapmadan konuşuyor, iletişim kuruyordu. Aron da öyleydi, modern bir Cicero’ydu
Aron, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde barış ve eşitlik düşüncelerini öne çıkardığı için sosyalizmi benimsemişti. 1945’te Sartre ve birlikte Les Temps Modernes’nin yayın kurulunda yer almıştı. Soğuk savaş döneminde ise karşıt kamplardaydılar.
1958 yılından itibaren Cezayir’in bağımsızlık savaşı metropolde de politik bir krize yol açmış ve Fransız toplumu keskin çizgilerle ikiye ayrılmıştı. Bunun üzerine keskin ayrışmayı ortadan kaldırması, ulusu biraraya getirmesi, istikrar sağlaması için General de Gaulle tekrar göreve çağrıldı. Hukuksal ve kurumsal değişiklikler yapıldı, Beşinci Cumhuriyet dönemi başladı. Ne ki, toplum bir kez özellikle sol 1968 Mayıs’ına kadar uzanacak radikalleşme sürecine girmişti. Yükselişe geçen radikal solun soğuk savaş liberali olarak bilinen, Kuzey Atlantik İttifakı’nı savunun Aron’a herhangi bir sempati duyması beklenemezdi.
1968 öncesinde ve Mayıs’ında Sartre büyük ilgi görüyordu. Aynı dönemde sol entelejansiya Aron’u “mandarin seçkin” olarak niteliyor, itibarsızlaştırıyordu. Fransız solunun o zamana değin “Sartre ile yanılmak Aron ile haklı çıkmaktan iyidir” sözü kulağa hayli hoş geliyor ve taraftar buluyordu. Solun yaygın düşüncesini özetleyen bu söz 1968 sonrasında değişti. Artık, Aron ile haklı çıkma düşüncesi ve tercihi ağır basıyordu. İmkânsızın değil, mümkün olanın politikası daha fazla taraftar buluyordu. Kısacası, Mayıs 68’i izleyen dönemde her şey köklü biçimde değişti. Tony Judt’un ifadesiyle “Genç kuşak Fransız entelektüelleri Sartre tarzı radikalizmin ölüsünün yakıldığı odun ateşinin üzerine Aron tarzı rasyonelliğin anıtını dikmeye başladılar”. (Judt, Burden of Responsibilty, Chicago University Press, 137). Mayıs 1968’de kızgın öğrencilerin nazarında “bete noire” olan düşünürün ölümünü kızgınlığı yatışmış 68’lilerin gazetesi olarak bilinen Libération “Fransa’nın öğretmeni öldü” manşetiyle duyurmuştu.
Aron’un entelektüel formasyonu liberal düşünce ve geleneğin Fransa’daki kurucuları sayılan Montesquieu ve Alexis de Tocqueville’den türemiştir. Düşüncesinde bu kurucuların çok özel yeri vardır. Kendini onların halefi sayıyordu. Büyük ölçüde haklıydı da. Montesquieu ve Tocqueville’i 1950’lerde ele aldı ve onların düşüncelerine totalitarizm eleştirisinde başvurdu. Ama Fransız liberalleri kadar ve hatta onlardan önce Alman toplumbilim okulundan, özellikle de Max Weber’den etkilendi. Almanya’da öğrenci olarak kaldığı 1930-1933 yıllarında Max Weber’in düşünceleriyle temas kurdu. Böylelikle insanın içinde yaşadığı zamanı doğru kavramasının, iyi anlamasının düşünceler geliştirebilmesi, düşüncelerini olgunlaştırabilmesi açısından ne denli önemli olduğunu öğrendi. Tony Judt’un sözleriyle “anlama ve eylem arasındaki ilişkiye dair karmaşık vizyonunu Max Weber’e borçludur”. (Judt , a.g.y., 144)
Aron, Batı kamuoyunu totalitarizmin doğası kaynakları, etkileri ve sonuçları konusunda sürekli aydınlattı ve uyardı. O, Hannah Arendt ile birlikte yirminci yüzyılda totalitarizm hakkında en çok söz söylemiş ve en çok yazmış olan düşünürdür. Bu konudaki düşünce ve tezleri çok berrak ifadelerle dile getirmiştir.1957-1958 yıllarında Sorbonne’da verdiği derslerden oluşan kitabı bunun en iyi kanıtıdır. (Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, çev. V.Hatay, Kadim Yayınları, 2011)
Mussolini daha 1920’lerde biçimlendirmeye çalıştığı yeni devlet düzenini “total devlet” olarak nitelemişti. Demokrasi karşıtı rejimlerin eleştiri ve analizinde başvurulan totalitarizm kavramının kökeninde Mussolini’nin bu nitelemesi bulunuyor. Aron önce 1930’larda Almanya’daki Nazi rejimini, İtalya’daki faşist düzeni totalitarizmin örnekleri olarak ele aldı. Hitler’in “ırk birliği” temelinde oluşturduğu düzenin Batıdaki rasyonalizmin radikal bir karşıtı olduğunu ileri sürdü.
İkinci büyük savaş ertesinde Rusya’da Bolşevik devrimiyle kurulan düzenin eleştirisinde yoğunlaştı. Buna Çin’de Mao yönetimini de ekledi. Devletin sıkı denetim ve disiplin altına aldığı, ekonomileri merkezileşmiş, çok sıkı örgütlenmiş bir bürokrasiyle işleyen, tek partili, anti-parlamenter rejimlerdi bunlar. Hannah Arendt’in deyişiyle “terör ve korku rejimle”.
Aron ve Arendt geçtiğimiz yüzyılda totalitarizmi sistematik olarak incelediler. Aron’un analizlerinde totalitarizm ile anayasal çoğulculuk arasındaki fark tek partinin oynadığı rolde düğümleniyordu. Sovyet rejimi örneğinde bu komünist partisiydi. Oysa Hannah Arendt’in analizlerinde siyasi partiler pek yer almaz. Aron esasında partiye de tek kişinin hâkim olduğunu; önce Lenin’in, ardından Stalin’in partiye ve topluma iradelerini dayattıklarını vurguluyordu. Totaliter sistemin 1917’de devrimle birlikte kurulduğunu ve yaygın düşüncenin aksine Kruşçev ile yeni bir dönemin başlamadığını, Stalincilikten arınmanın vuku bulmadığını, totaliter düzenin değişmediğini ileri sürüyordu. 1983 yılında hayata veda eden Fransız düşünür Sovyet totalitarizminin altı yıl sonraki finalini, bu rejiminin çöküşünü, tarihin onu doğruladığını göremedi.
Aron, totalitarizm SSCB, onun çevresindeki Doğu Avrupa’nın sosyalist devletleri, Nazi Almanyası’yla, İtalyan faşizmiyle sınırlı olmadığını vurguladı. Ona göre liberal demokrasiler de totalitarizm tehdidinden muaf değildiler. Totalitarizm demokrasilerin içinde de potansiyel bir tehlike olarak bulunur. Aron’a göre totalitarizm Avrupa liberal demokrasilerinin dışında ve karşısında değildi; demokrasilerin içinde kendini gizliyor ve orada gerçekleşebilir bir ihtimal olarak varlığını koruyordu. Bu nedenle demokrasiler totaliterliğe yenik düşebilirlerdi.
1930-1933 yıllarında Almanya’da öğrenci olarak bulunduğu dönem aynı zamanda Weimar Cumhuriyeti’nin son günleriydi. Almanya’nın karanlığa doğru yuvarlanışına, Hitler’in adım adım iktidara yürüyüşüne tanıklık etmişti. Pierre Manent’in ifadesiyle Almanya deneyimi ona tehlikeyi göstermiş ve onu Fransa’da çok yaygın olan liberal naiflikten korumuştu.