Kültür tarihi araştırmacısı Taner Ay “Digenes Akrites’in yazıldığı dönemde, nüfûzluların yoksullara karşı zora dayalı hâkimiyeti sürdüğü için halk düşmânı bir akritainin mâcerâlarının yüzyıllarca ‘halk destânı’ olarak okunması garâbet değil mi?” diyor.
Digenes Akritēs’in 10’uncu yüzyılın sonlarında veya 11’inci yüzyılın başlarında yazıldığı tahmîn edilmektedir. Yazarı bilinmiyor. Digenes Akritēs’in altı farklı Yunanca nüshası bulunmuştur. İlk nüsha 1875 yılında Sümela Manastırı’nda keşfedilendir. 3180 satırdan oluşan bu nüsha, 16’ncı yüzyıla târihlendiriliyor. İkinci nüsha 1878 yılında Andros Adası’nda bulunandır. 4778 satırdan oluşan bu nüsha 16’ncı yüzyıla târihlendirilmiştir. 14’üncü yüzyıla târihlendirilen ve 3749 satırdan oluşan üçüncü nüsha, Grottaferrata Manastırı’ndan çıkmıştır. Oxoniensis Lincoln College’daki 3094 satırdan oluşan dördüncü nüsha 17’nci yüzyıla târihlendirilmiştir. Escorial nüshası olarak bilinen ve Escorial Kütüphânesi’nde bulunan 1867 satırlık beşinci nüsha, 16’ncı yüzyıla târihlendirilmiştir. 1632 yılında Sakız Adası’nda Meletios Blastos’un kopyaladığı altıncı nüsha ise 1889 yılında Andros Adası’nda bulunmuştur. Bizanslı komutan Adronikos ile karısı Anna’nın 15 yaşındaki kızları Eirene’ye aşkından dolayı vaftiz edilerek Hıristiyan olan Suriyeli Müslüman Arap Emîr Musur’un oğlunun mâcerâlarının anlatıldığı Digenes Akritēs Destânı’nın bir dînî, bir de sınıf karakteri bulunuyor.
METİNDEKİ EKLEMELER FARK EDİLİYOR
Digenes Akritēs’in Grottaferrata nüshası diğerlerinden daha eksiksiz gibidir. Grottaferrata nüshasının I’inci Kitab’ındaki 303 ile 306 arası, II’nci Kitab’ının 41’inci, III’üncü Kitab’ının 171 ile 195 arası, III’üncü Kitabı’nın 199 ile 215 arası, III’üncü Kitab’ının 220 ile 227 arası, III’üncü Kitab’ının 232 ile 240 arası, III’üncü Kitab’ının 330 ile 336 arası, IV’üncü Kitab’ının 43 ile 46 arası, IV’üncü Kitab’ının 554 ile 562 arası, IV’üncü Kitab’ının 576 ile 583 arası, IV’üncü Kitab’ının 907’nci, IV’üncü Kitab’ın 1037 ile 1041 arası, VII’nci Kitab’ın 61 ile 98 arası, VII’nci Kitab’ın 104’üncü ile 105’inci, VII’nci Kitab’ın 227 ile 229 arası, VIII’inci Kitab’ın 7 ile 10 arası, VIII’inci Kitab’ın 13’üncü ve 14’üncü, VIII’inci Kitab’ın 145 ile 180 arası, VIII’inci Kitab’ın 195’inci ve 196’ncı, VIII’inci Kitab’ın 281 ile 297 arası ve VIII’inci Kitab’ın 301 ile 313 arası satırları, Ernest Barker’ın “Kilise Bireyi” olarak tanımladığı (Bizans Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü, s. 58, 1982) ortodoks bir halka hitâb edecek seviyede ve Konstantinopolis Hıristiyanlığı’na uygun olarak yazılmış bir metindir. Grottaferrata nüshasından 2882 satır daha kısa olan ve ana hikâyeden kopyalayanların tematik olarak seçtikleri bazı bölümleri içeren Escorial nüshasının üslûbu, örneğin Grottaferrata nüshasına nazaran, edebî açıdan kötüdür. Metine sonradan yapılan eklemeler veya tamamlamalar hemen fark edilir. Satırlar arasındaki boşluklar ve metinin devâmlılık sorunları, sonradan tamamlanması amacıyla kopyalanmasının sık sık yarım bırakıldığı hissini uyandırmaktadır. Sanki destândan bilhâssa aşk, kahramanlık ve ölüm temalarının kopyalanması amaçlanmış gibidir. Buna rağmen, 103’üncü ve 104’üncü, 175 ile 177 arası, 548 ile 550 arası, 552’inci ve 553’üncü, 561 ile 564 arası, 734’üncü ve 735’inci, 1305 ile 1307 arası, 1797’nci satırdan sonra gelen satır 1774 olarak numaralandırıldığı için 1796 ile 1775 arası ve 1805 ile 1860 satırları Konstantinopolis ortodoksisini ifâde ederler. Ancak, Konstantinopolis Hıristiyanlığı ile imparatorluğun doğu topraklarında yayılan Hıristiyanlık arasında, çoğu defa çatışmalara ve katliamlara neden olacak bir tenâkuz bulunduğundan, destâna farklı kumaştan bir yama gibi dâhil edilen Konstantinopolis Hıristiyanlığı, anlatılanların inandırıcılığını târihî açıdan epeyce zedelemektedir. Çünkü, Steven Runciman’ın Konstantinopolis Düştü isimli eserinde yazdığı gibi, teokratik imparatorluğun resmî dîni Konstantinopolis’in doğusundaki topraklarında pek geçerli değildi ve akritēs denen uç beylerinin büyük bir kısmıysa Ermeni Kilisesi’ne bağlıydılar (s. 45, 1972). Ancak, Digenes Akritēs Destânı’nın akritai kahramanı, etnik olarak Ermeni değil, baba tarafından Arap’tır. Arap Damatlar’ın sayılarının Bizans’ta hayli fazla olduğunu ise Konstantinos Porfirogennetos’tan öğreniyoruz. Hıristiyanlığa geçen bu Arap Damatlar’a, imparatorluğun doğu bölgelerinde vergiden muâf tutulan topraklar verilerek, bir müddet bunlardan akritai olarak yararlanılması siyâseti izlenmiştir. Ancak, Akritēs, doğuda Müslümalar’a ve Bizans Kilisesi’nin muhâlifi olan heretik unsûrlara karşı bir uç beyi olarak merkezî idâreye hizmet eden askerî feodalizmin temsilcileri olarak karşımıza çıkmasına rağmen, bunların Bizans Kilisesi ile bağlarının hayli zayıf olduğu muhakkaktır. Akritēs, dîn savaşı yürütmemiştir; genellikle merkezî idâreden bağımsız olarak hareket eden mâcerâcı ve menfaatperest bir tabaka olma özelliğini her zaman korumuştur.
SALGIN VE KITLIK ETKİSİ
Destânın sınıf karakteri, esâs itibâriyle küçük toprak sâhipliğine dayanan Bizans sisteminin, istîlâlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar gibi mecbûriyetler sonucunda, merkezî iktidar tarafından, doğu arâzîsinde, idârî tabakanın dışında ayrıca toprağa dayalı nüfûzlu bir askerî tabakanın da yaratmasıyla zuhûr eden büyük değişimlere dayanıyor. Düşmân istilâlarına karşı, kendilerine arâzî verilerek hudûd-u memâlikeye yerleştirilen akritēs, mezkûr nüfûzlu askerî tabakanın bir parçasıydı. Steven Runciman, akritēs müessesesinin, mâcerâcı ve kanunsuz eşhâstan teşekkül ettiğini belirtir ( s. 44, 1972). Devlete vergi vermeyen akritēs, bir müddet sonra da köylünün topraklarını ele geçirip, köylüyü yarı köleler hâline getirecektir. Georg Ostrogorsky’nin Bizans Devleti Târihi’nde yazdığı gibi, Romanos Lekapenos’un büyüklüğü, nüfûzlu tabakanın, büyük arâzî sâhibi sınıfın temellerini atarak, küçük toprak sâhipliğine dayanan Bizans sistemini tehlikeye düşürdüğünü idrâk eden ilk devlet adamı olmasıydı (s. 254, 2011). Ancak, 927/928 kışıyla gelen kıtlık ve salgın hastalıkların, merkezî idârenin büyük toprak sâhiplerine karşı tedbirlerini akamete uğrattığı da bir târih hakikatıdır. Bu akamet ise en fazla askerî feodallara ve idâreci tabakaya yaramıştır. Çünkü, açlıkla mücâdele eden ahâlî, topraklarını üç kuruşa veya gıda maddesi karşılığında askerî feodallere ve idâreci tabakaya bırakmak mecbûriyetinde kalmıştır. Aslında, idâreci tabaka da epeydir doğudaki arâzînin peşindeydi; buna mukabil akritēs tabakasıysa iktidârî olmak niyetindeydi. İki tabaka arasındaki bu ilişkinin neticesinde, bir süre için büyük toprak sâhibi ile idâreci aynı kişi olur ve ikisi birlikte artık yekpâre bir sınıfı teşkil ederler (Georg Ostrogorsky, s. 256, 2011). Ancak, Bizans’ın, 10’uncu yüzyılın ortalarından sonra Suriye bölgesindeki arâzîyi imparatorluğa ilhâk etmesiyle birlikte, sınıf içinde tasfiyeler de başlayacaktır (Steven Runciman, s. 45, 1972). Târihçilerin Suriye dedikleri, aslında, Tel-Mahreli Denis’in ve Büyük Michel’in vakayi-nâmelerine nazaran, jenerik bir isimdir; Bizans’ın ilhâkı esâsında daha geniş bir coğrafyayı işâret eden Beyt Nahrîn topraklarında gerçekleşmişti. İlhâk ve merkezî idârenin ele geçirilen toprakların muhâfazası görevini bu defa Konstantinopolis’ten gönderilen askerî valilere vermesi nedeniyle akritēs tabakası eski önemlerini kaybederler. Kendilerine ihtiyâc kalmayınca, bunlar ganâimleriyle birlikte Bizans Ermenistanı’nın içlerine doğru kayarlar. Ancak, dağlık Bizans Ermenistanı topraklarında büsbütün haydûdlaşırlar, köyleri zorla boyunduruk altına alıp, mahallî ordular kurarlar. Bu nedenle, Digenes Akritēs Destânı’nın romantik akritai kahramanı, neticede bir zorba ve ahâlî düşmânı olan târihî akritaiye hiç benzememektedir.
KİTLELER HALİNDE ÖLÜMLER
Destânın yazımı 10’uncu yüzyılın sonlarına veya 11’inci yüzyılın başlarına târihlendirildiği için, kahramanımız aşk ve toprak peşinde koşarken, 10’uncu yüzyıldaki hudûd-u memâlike ahâlîsini de merâk eden olabilir. Abû’l Farac Târihi’nden alıntı yapılacak birkaç örnek dahi ahâlînin ahvâli husûsunda fikir verecektir. 940 yılında insanlar kıtlıktan ot ve yabanî meyve yiyorlardı (C. I, s. 255, 1987). 942 yılında bir kor buğdayın fiyatı 317 dinara çıktığından, insanlar açlıktan ölülerinin etlerini yemeye başlar. (C.I, s. 256, 1987). 945 yılında bir kor buğday 400 altı dinar olunca ahâlînin hayvanların tezeklerindeki arpa tanelerini topladıkları ve yine aynı yıl içinde aç kadınların çocuklarını fırınlara atarak pişirip karınlarını doyurdukları kuyûda geçer (C.I, s. 258, 1987). 965 yılında insanların açlıktan ölü köpekleri yemeleri yaygınlaşır (C.I, s. 264, 1987). 983 yılının kıtlığında bir kor buğday 4.080 zuzeye, bir kor arpa ise 2.040 zuzeye kadar çıkar; hiç kimsede böyle bir para olmadığından her yerde açlıktan kitleler hâlinde ölümler başlar (C.I, s. 271, 1987). 997 yılında ise, yenmesi için ölü veya canlı bir köpeğin iki altın dinara satıldığı görülmüştür (C. I, s. 276, 1987). 10’uncu yüzyıla gelindiğinde, Konstantinopolis’in doğusundaki küçük toprak sâhiplerinin hemen hepsi yoksullaşıp aç kalmıştı. Aslında, savaşlar, salgın hastalıklar, çekirge istilâları, kıtlıklar ve tabîî felâketler yüzünden yoksul tanımının daha 6’ncı yüzyıldan itibâren değişikliğe uğramaya başladığı da ayrı bir hakikattı. Kadîmden beri yoksulluk esâs itibâriyle “penes” ve “ptochos” olarak iki ana tabakaya ayrılmıştı. “Penes”, işleri olmasına rağmen kıt kanaat geçinen yoksullardı. “Ptochos” ise sefâlet içinde yaşayan ve başkaların desteğine muhtâc yoksullardı. 553 yılında yürürlüğe giren Digesta’ya nazaran en az 50 altın sikkesi bulunmayan bir kişi yoksul sayılıyordu. Bununla birlikte, 4’üncü ile 6’ncı yüzyıllar arasında, zenginler ve yoksullar sınıf olarak karşı karşıya değillerdi. Her iki kavram da, mâlî açıdan birer statüydü. Ama, 9’uncu ve 10’uncu yüzyıllarda, yoksullar, ahâlîden pek çok tabakanın terkibi ve sınıf karakterli bir kavram olarak nüfûzluların karşısına yerleşir. Zengin statüsü ise eskisine nazaran muğlaklaşmış, buna karşın yoksul da nüfûzlu kelimesinin karşıtı manâsında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzyıllarda, yoksulluk, Bizans’ın doğu topraklarındaki ahâlînin bütününe mümâs ettiğinden, eskisinden farklı olarak bir mâlî statü olmaktan çıkmıştı. Yoksulluk, artık, toprak sâhibi olmanın ve iş bulmanın imkânsızlıklarıyla zuhûr ediyordu. Dolayısıyla, Digenes Akritēs’in yazıldığı dönemde, nüfûzlular ile yoksullar arasındaki tenâkuz ve nüfûzluların yoksullara karşı zora dayalı hâkimiyeti sürdüğü için, halk düşmânı bir akritainin mâcerâlarının yüzyıllar boyunca “halk destânı” olarak okunması sizce de garâbet değil midir?