17 Eylül 1978, Camp David Anlaşması... 15 Eylül 1982, İsrail’in Lübnan’ı işgali... Ve devamında gelen Sabra ile Şatilla katliamları… ‘Büyük felaket’in farklı yönleriyle gündeme geldiği bugünlerde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Ceyhun Çiçekçi İsrail’in işgal tarihini kaleme aldı.
CEYHUN ÇİÇEKÇİ
Esasında bu görüş yazısında daha ziyade Lübnan’ın İsrail tarafından işgalinin yıldönümü olması hasebiyle hem Lübnan’ın işgalinden hem de Sabra ve Şatilla katliamlarından bahsetmeyi planlıyordum. Fakat konuyu salt Lübnan vakıasına indirgemeksizin İsrail’in işgal tarihine dair genel bir değerlendirme yapmanın daha faydalı olabileceğini düşündüm. Bu sebeple aşağıda kısaca özetlediğim işgal tarihinin ve bağlamının İsrail devletinin reflekslerine dair genel bir fikir vermesini umut ediyorum.
İlk olarak başlamamız gereken nokta 1948-49 Bağımsızlık Savaşı ve neticesinde ortaya çıkan statüko olmalı. 1947’deki BM taslağı, Filistin topraklarını Araplar ile Yahudiler arasında taksim ediyordu. Arap tarafının bu taslağa karşı çıkması üzerine İsrail bağımsızlığını ilan etti ve yaşanan savaş sonucunda taslakta vaad edilenden daha geniş bir coğrafyaya hükmeder hale geldi. Bununla birlikte Gazze, Mısır tarafından Batı Şeria ise Ürdün tarafından işgal edildi. Hatta kısa bir süre sonra Ürdün işgal ettiği Batı Şeria’yı ilhak ettiğini uluslararası topluma duyurdu ve fakat sadece İngiliz hükümetinin ‘tanımasına’ mazhar olabildi. Bir bağımsızlık savaşı neticesinde olması nedeniyle İsrail’in taslakta vaad edilenden fazla toprağa hakim olmasının bir ‘işgal’ olarak tanımlanması tartışmalı bir husus. Fakat Gazze ve Batı Şeria’nın söz konusu iki devlet tarafından işgali ise su götürmez bir gerçek. Kaldı ki günümüzde de taslakta öngörülenin ötesindeki İsrail kazanımlarını sadece azınlıkta bir kesim ‘işgal’ olarak tanımlıyor. Hemen bütün tarafların ortak beklentisi teritoryal manada 1967’de gerçekleşen 6 Gün Savaşı’nın öncesindeki statükoya dönülmesi.
Ulusal güvenlik maliyeti arttı
1956 yılında vuku bulan Süveyş Krizi ise yine bu tarihsel düzlemin parçası olarak telakki edilebilir. Her ne kadar uzun erimli bir nihayete kavuşamasa da Süveyş Krizi esnasında İsrail kuvvetleri Sina’ya çıkmış ve Süveyş Kanalı’nın doğu yakasını topa tutmuşlardır. İngiltere, Irak ve Ürdün rejimleriyle var olan yakın mesaisi nedeniyle İsrail’in bu operasyonda bulunmasına karşı çıkmasına rağmen özellikle Fransa, İsrail’in operasyona aktif katılımını desteklemiştir. Dönemin süper gücü olarak ABD’nin çift kutuplu dünya sisteminin rijit dengelerini gözeterek takındığı net tutum sayesindedir ki operasyon akamete uğramıştır. Bir süre önce millileştirilen Süveyş Kanalı uluslararası geçişlere açılmış olsa da Nasır bu krizden güçlenerek çıkmış, İngiltere’nin güç skalasındaki düşüşü tasdiklenmiş ve İsrail “emperyalizmin Orta Doğu’daki uzantısı” olarak yaftalanmıştır. Mısır ordusundaki Sovyet destekli gelişimden duyulan rahatsızlık ve Tiran Boğazı’nın Mısır tarafından kapatılması gibi sebeplerle rasyonalize ettiği operasyon, uzun vadede İsrail açısından konsolide ettiği ‘işgalci’ imajı nedeniyle ulusal güvenlik maliyetini artırmıştır.
1967’deki 6 Gün Savaşı ise direkt olarak bir işgal rejimine yol açmıştır. İsmiyle müsemma sadece 6 gün süren bu savaş, İsrail hava kuvvetlerinin özellikle Mısır’da giriştiği yoğun ve etkili harekât neticesinde oldukça kısa sürede netice vermiş ve İsrail bilhassa da Nasır’ın bu denli iddialı olduğu bir evrede tartışmasız bir üstünlük sağlamıştır. Bu savaşın neticesinde Gazze ve Sina Mısır’dan, Batı Şeria Ürdün’den ve Golan Tepeleri de Suriye’den alınıp işgal edilmiştir. Günümüze değin süren işgal rejiminin çıkış noktası da söz konusu olan 1967’deki savaştır. Bu tarihten itibaren İsrail kesintisiz bir biçimde (Sina ve Gazze hariç) işgal ettiği toprakları elinde tutmuştur. 1979 yılında varılan anlaşmayla birlikte Sina’yı Mısır’a, 2005 yılında tek taraflı bir girişim sonucu Gazze’yi Filistin Yönetimi’ne iade eden İsrail geri kalan toprakları günümüze değin kontrol etmiştir.
Falanjistlere verilen destek
Filistinlilerin 1948’den bu yana yoğun olarak göç ettikleri Lübnan, bir süre sonra İsrail’e yönelik harekât merkezi kisvesine bürünmüş ve özellikle Güney Lübnan’da konuşlanan milisler İsrail’e karşı faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır. Ayrıca 1975’te patlak veren Lübnan İç Savaşı da merkezi otoritenin hükmettiği topraklar üzerindeki kontrolünü iyiden iyiye gevşetmiş ve Lübnan’ın güneyi paramiliter grupların at koşturdukları bir alana dönüşmüştür. Bu dönemde bölgede faaliyet gösteren Falanjistler ilk dönemler İsrail’den destek almışlar ve daha sonrasında ise İsrail’in bilfiil işgaliyle birlikte Güney Lübnan’da İsrail sınırına bitişik oluşturulan güvenlik koridorunu denetim altında tutmuşlardır. İsrail’in bölgedeki askeri varlığı Netanyahu’ya karşı 1999 başbakanlık seçimini kazanan Barak’ın vaatleri doğrultusunda ve bölgede yapılanan Hizbullah’ın uzun yıllar sürdürdüğü işgal karşıtı yıldırıcı faaliyetleri neticesinde 2000 yılında sona erdirilmiştir.
Yukarıda kısaca özetlenen işgal tarihine bakıldığında İsrail’in askeri işgale ‘teşne olduğu’ rahatlıkla anlaşılabilir. Fakat bu işgallerin bir kısmı belli şartlar oluştuğunda sona erdiğinden ötürü enteresan da bir durum söz konusu. Özellikle Mısır’a barış anlaşması karşılığında iade edilen Sina buna yerinde bir delil. Biraz daha açalım:
Batı Şeria’nın politik önemi
İsrail’de Sina Yarımadası’na dair geliştirilen bir söylem yok. Yani Sina’nın Yahudi kültüründe olmazsa olmaz bir değeri yok. Kurulduğu tarihten itibaren yaşadığı ‘coğrafi derinlik’ sorununa çare olarak düşünülmüşse de Mısır ile tesis edilecek bir barış anlaşması ve Sina’nın silahsızlandırılması çok daha az maliyetli ve dolayısıyla kazançlı bulunmuştur. Bütün bunlara mukabil Sina’yı elinde tuttuğu yaklaşık 13 senelik periyotta oldukça cüzi de olsa bölgede yasadışı yerleşimler kurulduğu da biliniyor.
Golan Tepeleri konusu da bu bağlamda benzer nitelikler taşıyor. Bölgede Yahudiliğin tarihsel bir köken iddiası yok. Bölgedeki İsrail varlığı da tamamıyla Suriye’ye karşı bir tampon bölge işlevi görmesinden ötürü ‘meşrulaştırılıyor’. Ayrıca Golan’daki zengin su kaynakları ve İsrail coğrafyasına nazaran sahip olduğu yükseklik Yahudi stratejistler tarafından önem atfedilen başlıklardan. Burası son olarak 2007 yılında Suriye ile Türkiye aracılığıyla yapılan görüşmelerde gündeme gelmişti. Mısır örneğindeki gibi Suriye’de merkezi bir otorite tesis edilebilirse şayet İsrail, Golan’dan Suriye ile yapılacak bir barış anlaşması karşılığı vazgeçebilir.
Batı Şeria işgali ise oldukça çetrefilli bir konu. Yahudi literatüründeki ismiyle ‘Judea ve Samaria’ teolojik referanslara fazlasıyla sahip bir bölge. Kaldı ki İzak Rabin’in katli -Oslo Anlaşmalarının ürettiği politik atmosferle birlikte- bölgedeki Yahudi varlığının potansiyel olarak sona erme ihtimalinden duyulan rahatsızlık sonucu gerçekleşti. Sahip olduğu kutsal mekânlar itibarıyla Batı Şeria’nın İsrail’deki pek çok politik kesim nazarında önemi büyük. Ayrıca yine aşırı sağ kesimlerin ‘meşrulaştırmasıyla’ Batı Şeria, Ürdün üzerinden gelebilecek olası askeri tehditler açısında İsrail’e derinlik kazandırabilecek bir alan olarak tahayyül ediliyor. Kaldı ki günümüzde de yarım milyondan fazla Yahudinin bölgede yaşadığı biliniyor. Hali hazırdaki İsrail politik panoraması Batı Şeria’dan Gazze kadar kolay vazgeçilmeyeceğini bize gösteriyor. En makul Siyonist yaklaşım dahi Batı Şeria’nın olası ilhakı durumunda İsrail’in çift uluslu bir devlete dönüşebileceğinden ötürü ilhaka karşı çıkıyor. Yoksa nüfus dengeleri Yahudilerin lehine olsa belki de bu dahi tartışılmaz.
Filistin sorunu ve aktörler
Son olarak Kudüs’ü burada tartışmak bile anlamsız. Birleşik Kudüs’ün tekrardan bölünerek Doğu Kudüs’ün gelecekteki Filistin devletine verilmesi bugün telaffuz edilebilen bir konu bile değil İsrail’de...
Yukarıdaki bütün değerlendirmeler salt İsrail’deki politik atmosfer baz alınarak yapıldı. Malum olduğu üzere Filistin sorununda tek faktör İsrail değil. Uluslararası toplum, güç dengeleri, Filistin’in mücadelesi vb. unsurlar hem Filistin’in hem de İsrail’in işgal tarihinin geleceğini belirleyecek. İş İsrail’e kalırsa ebediyete kadar böyle gidebilir...