Şambrelle denize fazla açılmamak lazım
Şambrel’ kelimesinin beni bu kadar gezdireceğini tahmin etmezdim.
Çocukken ‘şamrel’ derdik. Niye öyle derdik ne bilelim?
Şoför esnafından halk lisanına geçmiş olabilir.
Bazen ‘şamyel’ diyen de olurdu.
Zaman içinde doğrusunun ‘şambrel’ olduğunu öğrendik. İmla kılavuzlarında, sözlüklerde öyle yazıyor.
Yahu bu kelime nereden geliyor? Dur bir bakayım.
Robe de chambre’ın chambre’ı.
Eee? Sonrası.
Chambre à air.
‘Hava odası’ denilmeyeceğine göre, hava torbası, hava haznesi gibi bir şey dememiz lazım. O da karışık. Ne haznesi, nasıl torba.
Şambreir de denilmez. Türküz biz.
Şamrel de çık işin içinden.
İşte böyle dolaştırdı beni şambrel.
Gözümün önünde bir adam.
Çok da gözümün önünde değil. Biraz ileride.
Kefken’deyiz. Sahilde. Kumda yatıyoruz.
Bir adam, şambrele yerleşmiş, güneşleniyor. Çok açıkta değil ama, güneşlendiği yer adam boyunu geçer.
Havada hafif bir poyraz.
Bu rüzgar, hiç kımıldamazsanız sizi yavaş yavaş Kumcuğaz açıklarına doğru sürükler.
Boyuna adamı kollayacak halimiz yok. Kendimizle meşgulüz.
Adamın tepesinin çıplak olduğunu da hatırlıyorum. O zamanlar saç ekme de yok, insanlar kafalarında ziraat yapamıyorlar.
O gün için adamın orta yaşlı olduğunu söyleyebilirdim.
Bugün aynı yaşlardaki adama herhalde gençten bir çocuk derim. Bu da yaşlandıkça yaşlılık algısında bir değişiklik meydana geldiğine misal teşkil etsin.
Bir ara iskele tarafında bir hareketlilik, bir koşuşturma oldu.
Bizim şambreldeki adam biraz daha açılmış. Harmankaya’yı geçmiş.
O zamanlar Nihat Erim’in mülkü olan bir burun var, Kefken’le Kumcuğaz’ın arasında. Harmankaya o buruna bitişik.
Adam rahaat, şambrelin üstünde. Başına gelebilecekler hakkında fazla bir fikri yok.
Aşağıda deniz serin. Yukarıda güneş güzel.
Birazdan kafası taze patates gibi soyulabilir, burnu da tabii.
Memlekette yaylaya çıktığımız zaman, hava güneşliyse hemen soyulurdu burnumuz, o aklıma geldi şimdi.
Şambrele o kadar rahat yerleşen adamın yüzme bildiğini varsayarsın. Meğer yüzme de bilmiyormuş, sonradan öğrendik.
Tehlikelidir.
Acıkırsın.
Acıkmak bir şey değil, akşam olur, karanlık çöker. Allah göstermesin.
Bir de rüzgar çıkar. Dalgalar yükselir. Şambreli zapt edemezsin.
Birdenbire, dün, sahura yakın düştü aklıma bu şambrel hikayesi.
Bazen iftarlara gidiyoruz. Gittiğimiz yerlerde gazeteciler, ekonomistler, siyaset erbabı, işadamları denk geliyor.
Nasıl oldu işsizlik? Hiç iyi değil. Fakat kamu yoğun eleman alımları yapacakmış diyorlar, 10 bin, 20 bin.
Dolar ne durumda? Para hareketliliği yok, alışveriş yok, dolar fazla çıkmaz. Memlekette para var mı? Var, ama daha çok lazım. Bu sene için 80-100 milyar dolar. Maliye ihtiyat akçesini de kullanacakmış. İstanbul seçimi için mi?
İdlib ne olacak? Kritik. Katliam endişesi var. S 400 alıyor muyuz? Galiba alacağız. Alınca Amerika yaptırım yapar mı bize? Senatodan yaptırım geçmiş mi diyorlar? Trump’tan ümitliyiz. Yaptırımı yaptırtmaz inşallah. Avrupa’yla aramız nasıl? Bir ara fazla mı gerdik? Yumuşatsak, ilerde faydası olabilir. Rusya’yla dayanışmamız bizim için yeterli olur mu?
Bu soruların ve cevapların hepsi, ekonomik olarak kendi kaynaklarımıza dayanmadığımızı, makul çizgilerden taştığımızı, bilgiye dayalı, gerçekçi politikalara yönelmek yerine bazı acemilerin aklına uyduğumuzu, uluslararası ilişkiler alanında da anlık, günübirlik, sonradan bizi keskin dönüşlere zorlayacak hamasi tercihler yaptığımızı, sık sık ipin ucunu kaçırdığımızı düşündürüyor.
Şambrelin üstündeymişiz de, dev bir kalyonla okyanuslara açıldığımızı hayal ediyormuşuz gibi.
Kalyon yerine transatlantik demeliydim biliyorum fakat birden gözümün önüne geçen ay Cenova Limanı’nda gördüğüm Neptün Kalyonu geldi.
Bizim Kefken’deki hikayede şambrelin üstündeki adam kurtuldu.
Istakoz gibi kızarmış herif. Hafif poyraz olmasa belki de yanıktan komaya girermiş.
Ali Dayım anlattı, sandalla gidip almışlar. Çok sevinmiş, gelenlerin ellerini yüzlerini öpmüş. Bir dua etmiş bir dua etmiş.