‘Nerde kalmış acaba bak Zülfikâr ah çeker’
Sabah, Şebnem kızım sordu. “Baba, gerçekten Aşure’nin Nuh tufanıyla alakası var mıdır?”
“Bilmem” dedim, “İnsanlar yakıştırıyorlar. Belki gemide erzak tükenince kalan malzemeden bir yemek yapmışlardır, ama o yemek annenin yaptığı aşure gibi değildir. Bu kadar şeker yoktu o zamanlar.”
Gelenekler, tuhaf bir şekilde nesilden nesile, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre, hatta dinler boyunca yürüyor. Yürürken değişiyordur da.
Ama bugün, Muharrem ayında pişirilen bir ‘Aşure’ tatlısına, Muharrem ayında tutulan bir oruca sahibiz.
Hicri takvim de Muharrem’de başlıyor.
Müslüman geleneğinde ala yı vala ile kutlanan bir yılbaşı yok. Sadece, yirmi otuz senedir miladi yılbaşının karşısına koymaya çalıştığımız Mekke’nin Fethi var. O da çok rağbet görmüyor, heveslisi kutluyor.
Yezid’in askerlerinin Hazret-i Hüseyin’i şehid etmeleri de Muharrem’in 10. gününe rastlıyor.
Bu büyük hadise, bu vahşi katliam, Muharrem’e ve Aşure’ye derin bir hüzün boyutu katıyor.
Öyle hazin ki, böyle bir zamanda aşure falan yiyesin gelmez.
Fakat, Alevi gelenekte, matem orucu bittikten sonra Muharrem’in 12’sinde, Hz. Hüseyin’in oğlu İmam Zeynelabidin’in Kerbela katliamından kurtuluşunu kutlamak için Aşure ziyafetleri yapılıyor.
Böylece, Anadolu’daki Müslüman gelenek bir yolunu bulup Aşure tatlısında uzlaşmış oluyorlar.
İnsanlığın müşterek hatıraları ve hüzün bir arada.
Aşure tatlısını insanların, komşuların, akrabaların birbirlerine ikram etmelerinden hoşlanıyorum.
Kerbela’yı unutmamak kaydıyla.
Çünkü Kerbela, sadece hüznü değil, bütün çağlarda yaşatılması gereken bir bilinci temsil ediyor.
Muharrem’in ilk günlerini böyle bir halet-i ruhiye içinde idrak ederken...
(Her dakikası mı böyle? Nerde bizde o güzellik! Kah bilinç, kah gaflet, bizim halimiz.)
Bir Kerbela ağıtı kulağıma çalındı.
“Hasan’ım ağu içti leb-i sükker ah çeker
Hüseyin attan düştü kime şikar ah çeker
Nerde kalmış acaba bak Zülfikâr ah çeker
Ali’nin on bir oğlu yerde yatar ah çeker
Fatma ana ciğeri sızlar sızlar ah çeker
Hüseyin attan düştü sahra-yi Kerbela’ya
Cibril kurban haber ve Sultan-ı Enbiya’ya”
Hüzünle dinledim. Hele “Nerde kalmış acaba bak Zülfikar ah çeker”i işitince tüylerim diken diken oldu.
Kim yazmış bu ağıtı? Bilemedim. Araştırdım, bulamadım.
Hep Sabahat Akkiraz imzası var ağıtın altında.
Sonra, Kazım Paşa diye bir isme rastladım.
“Hüseyin attan düştü sahra-yi Kerbelâ’ya
Cibril kurban haber ver Sultan-ı Enbiyâ’ya” beyti Kazım Paşa’ya nispet ediliyor.
Acaba ağıtın şairi o mu?
Divanının bir tıpkıbasımını buldum.
Evet, sadece bu mısralar, ‘kurban’ yerine “Cibril var haber ver” şeklinde, Kazım Paşa’nın bir mersiyesinde vasıta beyti olarak geçiyor.
Şu beyit başka bir mersiyesinden:
“Gel ey Resûl-i kibriyâ ‘atşân-ı Kerbelâyı gör
Kumlar üstünde ol sultân-ı Kerbelâyı gör”
Kazım Paşa’nın Kerbela faciasına tahsis ettiği ‘Mekalid-i Aşk’ adlı bir eseri daha varmış. Belki orada bu ağıtla ilgili bir şeyler bulunabilir.
Sonra divanını biraz okudum, biraz da hayatını.
19. Yüzyılda yaşamış, tarzı Nef’i’yi andıran Divan Şiiri geleneğini sürdüren önemli bir şairmiş Koniçeli Kazım Paşa.
Nef’i’yi niye andırıyor?
Hicivleri yüzünden.
Serasker Rüşdü Paşa bir hicviyesinden alınmış, Kazım Paşa’yı Kıbrıs’a sürmüş. Sadrazam Yusuf Kamil Paşa’nın himmetiyle bir sene sonra affedilmiş.
Bir defasında da Mustafa Reşit Paşa’yı hicvetmiş. Reşit Paşa, Kazım Paşa’yı sadarete davet etmiş, “Bizim de kusurlarımız var” diyerek teşekkür etmiş, hediye olarak da bir altın saat vermiş.
Demek, eskiden böyle Sadrazamlar varmış!
Nasıl mı hicvediyor?
Şu mısralar Serasker Hüseyin Avni Paşa’ya. Terfi talebini reddetti diye.
“Bre deyyûs-ı felek sende hamiyyet bu mudur
Fukarâ sâhib-i mihmâna riâyet bu mudur”
İsterseniz fazla ileri gitmeyelim. Daha ‘edepli’ beyitlerle idare edelim.
“Mütekebbirlere kibretme tasadduk sayılır
Zâlime cevr ü ezâ kılma ibâdet gibidir”
“Geçtik ihsânlarından küberâ-yı asrın
Bir mazarratları değmezse inâyet gibidir”
Şu şiirdeki ‘maaş’ sorununun ucu Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’ya dokunuyormuş. Ama Gazi Osman Paşa duymazdan gelmiş. Gözden kaçmasın, ‘ayı’ iki anlama da geliyor:
“Bu ayı verse de vermez öbür ayı malûm
Etmesin âdem olan gayri temennâ-yı ma‘âş”
Bir devlet memurunun hem de iki asır önce hicivde bu kadar ileri gidebilmesi tuhaf değil mi?
Tuhaf ama gerçek.
Yani o devirde gerçek.