Devletin pejmürdeliği
İstanbul’da yeterli toplanma alanı var mı?
Ben devlet değilim. Bu soruya şöyle bir cevap verebilirim.
Eğer enkaz altında kalmamışsan, sen, karın, çoluğun çocuğun, annen, baban, kardeşlerin sağ ve salimse, bulursun bir toplanma alanı. Bulamazsan da bulamazsın, sığışırsın bir yere, dünyanın sonu değil.
Ama yaşadığın bina, ya da çalıştığın işyeri veya önünden geçtiğin bina üstüne yıkılmışsa, senin için dünyanın sonudur.
Toplanma alanına ihtiyacın yok.
Bulabilirlerse bir kabre koyarlar seni.
‘Seni’ dediğime bakma, hepimiz için geçerli bunlar.
İnsani tepkilerimiz var.
“Kaçmış depremin şiddeti?”
“5,8’miş.”
“Hımmm. 5,8 yıkıma sebep olmaz.”
Bazıları depremle kaşarlanmış gibi konuşur. Sanki senelerce depremci dükkanında çalışmış!
“İyi sallandık ama!”
Sanki herifi salıncakta annesi salladı!
Bazıları samimi.
“Çok fena sallandık.”
“Çok korktuk.”
“Çok korktum.”
Bunlar hep depremi atlattıktan sonra söylenebilecek sözler.
Depremi atlatamadıysanız, sizin için bu fani alemdeki sorunlar bitmiştir. Yorumlar da bitmiştir.
Sizden sonrakiler münakaşaya devam ederler.
“GSM operatörleri sınavı kaybetti!”
“Belediye çuvalladı!”
“Devlet çuvalladı!”
Deme imkanına sahip olanlar, depremi atlatabilenlerdir.
Farkındayım, oldukça katı, acımasız, asap bozucu gerçekler.
Bu gerçekleri yumuşatmak, katlanılır hale getirmek daha ciddi şeyleri konuşmakla mümkün olur.
Fakat bakıyorum devlet de vatandaş da işin o tarafına fazla bakmak istemiyor.
Belediye çalışıyor mu, toplanma yeri var mı, AFAD depreme hazır mı, depremden sonra elektrikler kesilir mi, doğalgaz çalışır mı, trafik tıkanır mı?
Çünkü işin o tarafına bakmak devlete de vatandaşa da ciddi işler yüklüyor.
Nedir işin o tarafı?
Bize büyük deprem ikazı 1999’da yapıldı.
1999’da içinde yaşadığımız binaların depreme uygun olmadığını ve 20-30 bin insanımızın bundan dolayı can verdiğini öğrendik.
Devletimiz, yetkililerimiz bundan dolayı hiç utanmadı.
Deprem paraları ne oldu, deprem vergileri nereye harcandı sorularına karşı bile duyarsız devlet.
Sembolik olarak bir Veli Göçer bulduk, cezaevine attık, müsterih olduk.
Ey devlet! O yıkılan evlerin hemen hepsi senin yaptığın mevzuata uygun inşa edilmişti, mevzuata uygun olmayanların da denetim sorumluluğu sendeydi.
Bu insanların ölümünde en büyük pay senin. Sen ihmal ettin, sen gevşek davrandın, sen ciddiye almadın
Bari bundan sonra kendine bir sorumluluk yükle.
Hadi geçmişi değiştiremiyorsun, geleceği düzeltmeye çalış.
O yıllarda, yani 1999’da, “Uzun iş” diye düşünüyordum “Bütün binaların depreme dayanıklı hale getirilmesi.”
Ne kadar uzun iş?
Bana sorulsaydı, “İyi çalışılsa belki 20 yılda biter” derdim. Aklımdan böyle süreler geçiyordu.
İşte, geçti 20 yıl.
Devlet, ne yaptı 20 yılda?
Kevgire dönmüş bir kentsel dönüşüm. Saçma sapan, ne tarafından tutsan eline gelir.
Bina stoğumuz nasıl?
Berbat! İstanbul’un 3’te ikisi depreme dayanıksız.
Devletin görünür bir yerine bu pejmürdeliği yazmak lazım.
Peki, geçen hafta deprem oldu. Bir şey de yıkılmadı. Sadece birkaç bina hasar gördü bir minarenin de tepesi düştü.
Şimdi ne yapmak lazım?
Geçen 20 senede yapılmayanı yapmak için kolları sıvamak lazım.
Belki vakit vardır. Belki beş on senede ortalığı toparlayabiliriz. Ne kadarını toparlasak o kadar iyi.
Bu, dua yerine de geçer. Umulur ki çabaladığımız için Allahu Te’ala bize merhamet eder.
Evet, dua kalp ile yapılır.
Ama fiili dua diye de bir şey vardır.
Depremin fiili duası, binaları depreme dayanıklı hale getirmektir.
Ama bizim kafamız böyle düşünmeye müsait değil.
Deprem, sanki sağcı solcu ayırıyormuş, parti farkı gözetiyormuş gibi politik prizmalardan geçirilmiş deprem tartışmaları.
Aman, fiyakamız bozulmasın.
Böyle giderse bozulacak!