‘Bu sene sevdalıktan ne kâr ettim ne zarar’
1989’da, Sovyet Bloku çökünce, bütün varoluşunu Sovyet tehdidi üzerine kurgulayan Nato kendisi için yeni bir ‘varlık sebebi’ tanımlama ihtiyacı duydu.
Sovyetler yok. Varşova Paktı dağılıyor. Komünizm bitti. Biz, hür dünya ülkeleri, bu kadar asker besliyoruz, bu kadar silah üretiyoruz, icatlar yapıyoruz, insan öldürme üzerine...
Ve koca bir ittifak kurduk, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya...
(Tabii biz de içindeyiz, numunelik tek Müslüman ülke olarak.)
Şimdi ne yapacağız? İşsiz mi kaldık?
Toplandılar dağıldılar, toplandılar dağıldılar... Sonunda ağırlıklı olarak Ortadoğu’yu hedefleyen ve ‘fundamental’ İslam’ı tehdit olarak gören bir görev tanımı üzerinde anlaştılar.
Afganistan, İran, Suriye, Irak, Yemen ve Körfez dahil Arap yarımadası, Kuzey ve Doğu Afrika. Demek Mısır Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Somali, Sudan, hepsi dahil.
90’lardan itibaren burada saydığım ülkelerin hemen hepsinin başına gelmeyen kalmadı.
Bütün bölge hallaç pamuğu gibi atıldı.
Herhangi bir şey halledildi mi?
Hayır.
Berbat edilip bırakıldı.
Bunları Nato mu yaptı?
Sayılmaz.
Belki yer yer kullanılmıştır.
Körfez savaşları, İran’a yapılan saldırılar, Libya’yı, Suriye’yi, Yemen’i berbat eden Arap Baharı ABD’nin öncülük ettiği bir süreçte vaki oldu.
Fakat 1990’dan 2019’a kadar bu ülkelerin başına gelenler, ABD liderliğindeki Nato’nun o yıllarda bulduğu tehdit konseptinin çerçevesine uygun bir şekilde gerçekleşti.
Bütün kabahat onların mı?
Değil.
Bizim yöneticilerimiz de, sivillerimiz de, halklarımız da, her türlü muameleye müsaitti.
Bütün dolduruşlara geldik, bütün dolmuşlara bindik.
Dolmuşlara binmeden önce çok mu iyiydik?
Ne gezer! İyi olsak zaten dolmuşa binmezdik.
Karikatürize ettiğimin farkındayım, komplo teorilerine benzedi biraz.
Ama kaba hatlarıyla hikaye böyle.
Londra’daki Nato toplantısında ABD Çin tehdidi üzerinde durdu. Hatta tehdit, nazik bir dille sonuç bildirisine konuldu.
İçimden, ‘Bizim işimizi bitirdiler herhalde’ diye düşündüm.
‘İslami terör’ konseptini önce icat ettiler, sonra geliştirdiler ve sonunda yerleştirdiler.
Maalesef biz de böyle bir konseptin gelişmesine müsaittik. Malzeme verdik, malzeme olduk.
Bu malzemede hala iş var. Yani Nato’nun kapasitesinin bir kısmı Orta doğu’yla meşgul olabilir.
Fakat Çin çok kuvvetlendi ve insan kaynağıyla, teknolojideki ilerlemesiyle Kuzey Atlantik ittifakı için bir tehdit potansiyeline sahip.
Londra’daki Nato zirvesinin en önemli sonucu bana göre Çin’i tehdit kapsamına almasıydı.
Türkiye’nin Nato’nun Baltık Denizindeki savunma konseptine, Nato’nun YPG’yi tehdit (veya terörist) olarak görmemesi sebebiyle karşı çıkması gündem oluşturdu.
Türkiye veto hakkını kullanıyordu. Bir çok uzman, ekranlarda, Türkiye’nin veto yetkisini kullanmasının önemli bir gelişme olduğunun altını çizdiler.
Sonra vetomuzu geri çektik.
Niye çektik?
Bir şey mi aldık karşılığında?
Yoksa müttefiklerimizin ısrarlarına mı dayanamadık?
Bu konu vuzuha kavuşmadı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında da vetonun geri çekilmesiyle ilgili bir açıklama yer almıyordu.
Türkiye’nin S 400’leri alması konusunda Nato Genel Sekreteri her zaman mutedil açıklamalar yapıyordu.
Bu zirveden S 400 krizini yumuşatıcı bir karar çıkar mıydı?
Çıkmadı. Sorun olduğu gibi kaldı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron zirve öncesinde “Nato’nun beyin ölümü” diye bir laf ortaya attı.
Macron’un çıkışları, herkese Avrupa’nın ablası Merkel’in bir ay önce Macron’a söylediği “Kırdığınız parçaları toplamaktan yoruldum. Oturup çay içebilmemiz için her seferinde kırdığınız bardakları yapıştırıp bir araya getirmem gerekiyor” cümlesini hatırlattı.
Türkiye ne aldı zirveden?
Bizim orada bir türkü var.
“Bu sene sevdalıktan ne kâr ettim ne zarar.”
Böyle düşünebiliriz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye’nin tezlerini böyle üst düzey bir platformda anlatma fırsatı bulmasını, Trump’ın Türkiye hakkında olumlu ifadeler kullanmasını kâr da sayabiliriz.
Artık hangisini tercih ederseniz.