Sonbahar bahçesi

Maskeyle dolaşmaktansa fazla çıkmamayı tercih ediyorum.

Evi yeniden keşfetmek her köşesinde bir iyilik aramak ta bir yere kadar. Gökyüzüyle içli dışlılık da iyi oldu. Alışılmadık bir samimiyetle yıldızları daha yakından tanıma zamanı, dün şu taraftaydın, daha çok parıldıyordun, arkadaşın neden yok bu gece ülfeti.

Sonra metropolün arkasına kaçıp sığınmış, dayanılmaz insan uğultusunu dışarıda bırakmış bir köye gittik. Eczacı arkadaşım Fatma ayetlerin dile gelip konuştuğu bir bahçe yapmış. Kapıda bizi karşılayan Sivas kangalının yüzünde derin bir masumiyet. Bu kadar irisini görmemiştim. Pençesiyle tehdit etmek, tırnaklarını göstermek yerine sevilmek üzere başını uzatıyor. İnce bir telle ayrıldığı komşu kaz ailesinin seslerini dinleyerek kendi evinde düşünceli bir tavırla gezinmekte. Ördeklerin beyazı koyulaşmış, ayak ve gagaları solgun güneş rengine dönüşmüş. Siyah bir kuğudan el almış gibi kara rengi, zarif boynuyla yavruların etrafını dolanan, durumu kontrol eden ördek, farklılığın şahikası.

Bembeyaz tüylü, tay gibi ince ve çevik bacaklı genç keçilerle tanıştık. Bizi görmek için iri gözlerini iyice açıp yanımıza gelmeleri ne büyük onur. Çıkardıkları seslerin eşi benzeri olmadığını bilip bilmediklerini bilemiyoruz. Onları sırlarıyla bırakıp bir dizi salkım söğüdün altından geçtik. Söğütler sonbahar esintisinde salınırken bütün efsaneler usulca saçılıyor ortaya. Kavuşamayan iki sevdalının ayrılığıyla yere eğilmeleri, boylarından büyük kök salarak dağılmaya yüz tutan toprağı bir arada tutmaları. Geceleri içlerinde sakladıkları hortlaklarla insanlara korku salmak, bir arp eşliğinde şarkı söylemek, çiçeklerinde yaşam bulan sayısız böceğe ev sahipliği yapmak. En çok ta öte dünyayla irtibatlı oluşları inancıyla büyülü addedilip, korkuyla karışık acayip bir hürmet görmeleri. Söğüt en sevdiğim ağaçlardan biri, her söğüt peygamberimizin “benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” sözünü idrak edip ağlayan bir ağaçtır sanki. Yolun sonunda birbirine bitişik erguvan ağacı ve palmiyenin dünyanın en güzel çifti gibi zıtlık içindeki uyumu.

Devasa çiçekleri yaz boyu coşkuyla fışkıran ortancaların sararıp solması, yeni çiçekler için son gayretlerin fayda etmediği günlere erişmiş olmamız hüzün verici. Evin önünde ikindi güneşinin şefkatini emip dallarda lamba gibi parıldayan elmalar armutlar ayvalar belli ki kasten toplanmayıp seyirlik olarak bırakılmış. Peki birkaç kez karşımıza çıkan incir kokusu. Tîn suresinde üzerine yemin edilen meyvenin, tek bir dalda hamlıktan yanmışlığa her halini müşahede etmek, dersimizi akıldan hızla geçerek doğru kalbe indirmek nasıl bir ihsan.

Otların arasından pembe mor digitalis purpurea(yüksük otu) göz kırpıyor. Kalbi kuvvetlendiren maddelerle dolu gözeler için şükretmemek olmaz. Çiçekleri mütevazi bir gösteri yapan biberiyenin, kokusuyla baş döndüren lavantanın, yerlere kadar uzanmış kırmızı çiçekleri, gövdesi ve kökleriyle şifa dağıtan hatminin önünden saygı ile geçmek lazım. Fatma’nın bahçesi bu yaralı salgın günlerinde iki dünya arasında kapalı duran nice kapıları araladı. Hep sorulur, ne alaka eczacılık ve edebiyat diye, ikisi arasında nice rabıtalar olduğunu bir kez daha derinden hissettim. İyi ki bitkileri tanımaya çalıştım, iyi ki onlara çok ince mikroskoplarda bakabildim, şifayla dolu hücrelerini görebildim. Bu dünyanın bütün bilgileri disiplinleri birbiriyle alakalı. Bir dönemeci dönünce karşımıza çıkıveren yeni dikilmiş küçük muz ağacının ipeksi yaprağına dokundun diye, hayat bir anda bu dokunuştan önce ve sonra olarak ikiye ayrılabilir mi? Evet elimin hafızasından ölünceye kadar çıkmaz artık bu dokunuş, göz görmese parmaklar tanır bu eşsiz yaprağı. Hemen bitişikte son bir gayretle açan güllerin emeği de unutulmaz, kokusunu yazmadan geçsem vebal olur.

Çileklerin mevsimi çoktan kapatışı, sebze serasındaki mucizevi olgunluk, ilk kez gördüğüm bamya çiçeğinin masal perisi gibi sarımtrak beyaz giysisi, rüzgarın ormandan koparıp getirdiği ıslanmış az biraz çürümüş yaprak kokusu. Sonra ormanın sınırına geldik. Birbirleriyle konuşan bitkilerin ve hayvanların, birlikte çoğalışın, yaraları sarıp tohumları saçmanın gizemli evrenine.

Üç çeşmeyi de umutsuzca açıp hepsinin aktığını görmek bahçenin en incelikli sürpriziydi. Çeşme kültürümüzün sürdürülebilmesi, onların kendi akışımızın da alameti farikası olarak sonsuzca akmalarıyla mümkün. Ağaçlara kurulmuş, üzerlerine yapraklar dökülmüş salıncakların yalnızlığını görünce sonbaharın gelişinden emin olduk. Çocuklar için bir köşeye konulmuş, zıplayanı kalmamış trombolinin hüznü de okulların şöyle ya da böyle açılışının işareti. Çiçekleri dökülüp hülyalar içinde yüzerken bir duvara tutunmuş halde kimi gördüm dersiniz: ismiyle müsemma Passiflora.

Bahçenin aşağısındaki küçük gölette açmış harika nilüferlerin ve sazların arasından fırlayıp bize bakmaya gelen, dört kanadıyla havada asılı kalmaya çalışarak yüzümüzü inceleyen yusufçuk ne gördü acaba: iri kibirli boş konuşan kan dökücü bir şey mi yaratılmış?


YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum