Karşılaşmalar
Hülya Yazıcı’nın karışık teknikle hazırladığı Biyografi çalışması insanın tekamülünü mücadelesini ceninden itibaren ele alıp, yaşam parçalarını ipek böceğinin kozaları arasına yerleştiriyor. Bu böceğin izini onbeş yıldır süren ve eserlerinde metafor olarak kullanan Yazıcı’nın gözlemlerini kendisiyle yaptığım bir söyleşide anlatmıştı: “Görevleri iki aylık zamanda, söküldüğünde bin metrelik ipliğe dönüşecek kozalarını örecek kadar ipeği bedenlerinde biriktirmek. Tabi bu sadece görünen kısmı. Erişkin boya gelene kadar tam beş kez ten değiştiriyorlar; üç gün bu değişim için yemeden hasta ve durgun bekliyorlar. Yeterince büyüyüp olgunluktan sararınca artık dut yaprağı yemeyi bırakıp, durgun ve düşünceli halde sanki kendilerine bir yerden gelecek ilhamı beklemeye başlıyorlar. Önce yok olmalarına, sonra da kurtuluşlarına vesile olacak mezarlarını örmeden önce...
Engin Beyaz’ın pleksiglas asetatla çalıştığı, kütüphane ve kitap üzerine inşa ettiği işleri, okunan kitapların bir üstünlük göstergesi olarak alt alta sıralanıp durduğu günümüzde, bu okuma yazma biriktirme dünyasına güçlü bir ayna tutmuş. Kitap üzerine yeniden düşünürken, Elias Canetti’nin Körleşme’deki kahramanı Kien’i hatırlamamak mümkün mü? Yaşamını on binleri geçen ciltlere adayan bir bilim adamı üzerinden, kitapları biriktiren, tozunu alan, koruyan, oradan oraya nakleden, çoğaltan modern dünyaya temel eleştiriler yönelten roman. Yazma tutkusu da eleştiri masasında sanki, Sanal Kütüphane adlı düzenlemede. Jack London’un Martin Eden’i gezinir gibiydi raflar arasında.
Ahmet Özel’in Doğum adlı yağlıboya resimle başlayan çalışmalarındaki renklerin coşkusu, bütün inançların ortaklaştığı varoluş neş’esine bir gönderme. Belirsizlikle, ataletle, sosyal mesafelerle bölünmüş, suyunu kaybetmeye yüz tutmuş varlık bilinci, varlığı derinleştirme tutkusu, resimlerinde karamsar tortulardan arınarak çiçek açmış.
Bahar Kocaman sürreal bir anlatımla hayatın çift yönlü işleyişine dair ilham vermeyi başarıyor. İnsan zaman ve mekanın iç içe geçtiği resimler. Verili hayatın insanı belirleme gerçekliğiyle, insanın hayatı kendi iradesiyle yönlendirme alanının arayüzlerde iç içe geçtiği eserler. Başta Joan Miro çağrışımları olsa da sonra çizgilerin yerini daha muğlak ve son sözün söylenmediği kalın fırça izlerinin alması.
Erhan Lanpir’in Göçmüş Kediler Bahçesi serisi hayatımızdaki kedileri ve hayvanları yeniden düşünmemize yol açıyor. Muhiddin Arabi’nin Hayvanatın İrfanı yazısı duygu yüklü kedilerde vücut buluyor sanki. Sonra kadın ve erkeğin ezeli ve ebedi birlikteliğini konu alan resimler. Sergiyi birlikte gezdiğimiz televizyon programcısı arkadaşım Zeynep Türkoğlu sarsıcı bir yorum yaptı. Anlatım modern ama resmedilen tutuş, dokunuş, sarılış, bakış ve şefkatle yoğrulmuş aşk günümüze ait değil. Başka zamanların bakışı tutkusu gibi. İmgeler ressamın muhayyilesi, hayali, rol vermesi mi yoksa sönmeye yüz tutmuş bir meş’aleyi yeniden yakma tutuşturma istenci mi? Bu resimler üzerinden şimdiki zaman kipinde ilişki ve iletişimdeki kayıpları ve kazanımları ele almak mümkün.
Murat Kurt’un optik sanatın izindeki eserleri üç boyutlu bir düşünce yaratıp gözün duyarlılığına dikkat çekiyor. Yüzlerce laleden oluşan çalışmadaki zikir ise yüksek tavanlı akustik taş salona sızı gibi yayılıyordu doğrusu.