Görünmeyen duvarlar
Bu salgın günlerinin muhasebesi, köklü bir kırılma noktasına, hiçbir şeyin aynı olmayacağı yeni bir dünyaya işaret edecek kadar yaygın ve güçlü mü? Sorgulamalar bizi alıp nerelere savuracak, nasıl sonuçlar doğuracak?
Pandemi sürecine dair kimi yazılarda başkalarına katlanmanın, aynı evde ortak bir hayat sürdürmenin bireyi zorlayan yanları gözler önüne seriliyor. Bireyin yeni eğilimleriyle ilgili çözümlemelerde övgüler dizilen “yalnız yaşamak” daha sıklıkla deneyimleniyor bu günlerde. Gönüllü ve zorunlu yalnızlıklar üzerine kafa yorarken bu günlerde izlediğim, yönetmen Julian Pölsler’in Marlen Haushofer’un kült romanından uyarladığı Duvar-2012 (Die Wand) filminden kısaca söz etmek isterim.
Büyükşehirlerde yaşayanlar için, hafta sonları bir eğlenme biçimi olarak öze dönme, doğaya açılma etkinlikleri çok revaçta. Misal filmdeki gibi üç arkadaş avlanmak için Avusturya kırsalına gidebilir. Köye giden dostlarına ulaşmak için yürüyerek av kulübesinden yola çıkan kırklı yaşlarda bir kadın, şeffaf, görünmeyen, hiçbir şekilde geçit vermeyen sağlam bir duvara çarpar ve vadinin bütün genişliğine rağmen belli sınırın ötesine geçilemediğini öğrenir.
Filmde duvar bahane elbette, maksat insana, külli iradenin ve kendi cüz’i iradesinin ördüğü duvarları göstermektir. Zorunlu biçimde tecrit olmayı, duvarlarla kuşatılmışlığı sindirmek zordur. Doğada yalnız kalmayı özleyen, ama insan topluluklarına erişimin de her an elinin altında bulunması lüksünden de vazgeçmeyen insan için, iletişimsizlik derin bir kaybolma travması. İnsan gücüyle aşılması mümkün olmayan duvarlara, çeperlere, yalnızlıklara, eşiklere işaret edilirken, kişinin kendine ördüğü belirsizliklerle dolu duvarlara korkulara da gönderme var. Filmin metafiziği, düşüncemizi dünya hayatının bir zindan oluşuna ve beka özlemine kadar sürükleyebilir. Film boyunca bütün imkan ve kaynaklarımızı seferber etsek de, kısıtlılıktan kaçış olmadığını, aşkın bir karar mercii olduğunu fark ederiz. Sadece verili alanda bir takım seçmeler yapmaya yazgılı bir insan olan kayıp kadın, duvarların altından tünel kazmak ya da intihar etmek için yaşlı olduğuna hükmeder. Katlanılması zor olan bu vahşi hayata ne kadar az karşı koyarsa, katlanmanın o kadar kolay olacağını anlaması uzun sürmez. Onu bulmaları için aylarca bekledikten sonra durumu kabullenmek zorunda kalır, aksi kendini yok etmek olacaktır çünkü. Film boyunca insanın yalnız yolculuğuyla, ölümün yaşama kattığı anlamla, doğayla birlikte akmanın faziletiyle, sınırların da sınırları aşma arzu ve çabasının da insanın biricik hakikati oluşuyla yüz yüze geliyoruz. Bunun hiçbir söz israfına gerek duyulmadan görüntünün diliyle ve müziğin yarattığı ince sızıyla yapılabilmesi sinemayı farklı bir boyuta taşımış.
Vadiye gelirken teknolojinin bütün nimetleri kullanılarak yapılan lüks yolculuk esnasında, özgürlüğün tadını çıkaran bir şarkı yayılmaktadır lüks arabadan. Fakat metruk doğada yalnız kalan kadın, en sıradan ihtiyaçlara hatta tek bir insana bile ulaşma imkanını kaybeder ki, bu modern özgürlüğün radikal biçimde yitimidir bir bakıma.
Kurguya göre keyif almak değil ama delirmemek için avcı kulübesinde bulduğu evraklara ve faturaların boş yerlerine başından geçen her şeyi kaydeder. Bu sayede bir insanın sıra dışı tecrübesinden haberdar oluruz. Arkadaşlarının bıraktığı köpek, onunla gezmekte, yemek bulunca sevinmekte ve mutsuz olmayı bilmemektedir. Karşılarına çıkıveren hamile inek ve annesini kaybetmiş kedi de hayatlarına katılınca başkaları için ayakta kalma bilinci yükselir kayıp insandan. Onlar için yerleşik bir düzen kurup, bu düzene sıkıca tutunur. Her insan doğar ve ölür, bu varoluşta bir haysiyetten söz etmek mümkün değildir. Yönetmen Montaigne gibi düşünmüyor demek ki. Her sabah uyanıp ayağa kalkıp yaşama mucizemizi tekrarlamamızı yeterli görmüyor. Başka canlarla karşılaşmada olanlara bağlıyor asaleti. Bu noktada zorluklar içinde doğuran, alınyazısına kendisinden çok daha büyük bir sabır ve metanetle katlanan bir kızkardeştir artık inek. İnsan da onun yaşamasına katkı verdikçe, hayatta kalmak için anlam arayışı karşılık bulur.
Duvarı yoklamalara son vermesi, bulunmayı beklemek ve geleceği düşünmek yerine artık sakinleşmesi, sağ kalmaktan kaçış olmamasını idrak etmesi. Sağ kalmak için de yatışmaktan başka yol yoktur. Gökyüzüne bakarken fark ettiği yaylaya göç etmek, yükseklerde görüş açısının genişlemesi yüzünden duyduğu ferahlık ve sonunda eriştiği tuhaf huzur. Duvarla ilk karşılaştığında, dehşete kapılıp herkesin duyabileceği kadar sesli atan kalbinin çarpıntısı, ancak yayladan dünyayı görünce diner. Bu durum hoşnutluk ya da mutluluk değil, yatışmadır.
İnsan olarak karar verme imkanı, doğru ve yanlışı seçebilme yetisi ve hakkı, merhamet edebilme gücü… Bunları bütün kuvvetiyle içinde hisseder. Filmin insanı merkeze alırken kadın üzerinden işlemesi de elbette manidar ve feminist okumalara imkan tanıyor. Başka canlılara gösterdiği duyarlılık, toprağı ekip biçerken hasatla kurduğu ilişki çok çarpıcı. Hayatta kalmak için ustaca geyik avlaması, derisini yüzüp parçalara ayırarak yemesi ne kadar erkeksi bir güce işaret ediyorsa, ölmemek uğruna öldürdüğü geyikler için geceleri gözyaşı dökmesi de o kadar kadınsı. Cinsiyetli bakmayalım dersek, her iki davranış da insanın içindeki çoğul kimliklerin yansıması.