‘Böyle Daha Güzelsin’
28 şubat günü şiddetli bir yağmur yağıyordu. Göz nuru delikanlıların İdlib’deki şehitlik haberiyle kahrolarak, yaşamaktan utanarak yürüyordum.
Birkaç vasıta değiştirerek sergi için Gülhane Parkının sağında kalan Darphane-i Amire’ye vardığımda açılışın iptal edildiğini öğrendim. Fakat çalışmaları görmek serbestti. Kadın ve Demokrasi Derneği tarafından gerçekleştirilen “Böyle Daha Güzelsin” başlıklı çalışma başörtülü kadınların siyasetin tamamen dışından seslendiği bir kuytu. Kendi hikayelerinden yola çıkan sanatçıların en dipte sakladıkları hissiyata nüfuz etmeye, yavaşlayıp başımızdan geçene yeni araçlarla farklı metaforlarla bakmaya, hatırlamaya çalıştıkları bir uzay. İçinizde sözleri olmayan, o an ilhamla gelen bir ezgiyi mırıldanarak gezebileceğiniz ıssız bir gemi gibiydi ortam. Benim gibi iptalden haberi olmayanlarla, eserlerin önünde hüzün içinde düşüncelere dalarken sevgili küratör Yasemin Darbaz Karaca’ya içimden geçeni söyledim; keşke iptal etmeseydiniz, acıların hepsi birbirinin içinden çıkıyor, hiyerarşiler bizi yanıltıyor belki de, az çok, önemli önemsiz, önce sonra ayrımları nice göze görünmeyen kırımların sinsice devamına yol açıyor. Orta Doğu’da emperyalizme karşı verilecek mücadelenin bir parçası başörtü meselesi. Kimlikler zenginlik duygusuyla karşılanacağına her kimlik bir yaraya dönüşüyor, tersinden her yara insanı hapseden bir kimlik cehennemine evriliyor. Darbe kadınların fiziki varlığına kastetmedi diye azımsanan, oysa milyonlarca kadının geleceğini, hayallerini kırıma uğratan ağır hak ihlaliydi. Sırası değil, mağdur edebiyatı yapmayın, şunu niye söylemiyorsun, hala orada mısınız diyenleri şimdiden duyuyorum tabii. Unutmayın ki unutmak suçtur bazen. Şu an bir yazı yazarken şerh düşme ihtiyacı da büyük kötülüğün bir parçası aslında.
Mekanın girişinde paslı demirden yapılmış, Pavillion/”Scar” adı verilen devasa yarayı gördüm ilkin. Eserin sanatçısı mimar Melek Zeynep Bulut’la görüşmeden, katalogdaki açıklamayı okumadan kabuğa dokunmak istedim. Gözlerimi kapatıp kabuğun içinde biraz dolaşınca, derinlerden tırmanarak gelen sayısız arkadaşımla buluştum. Hep birlikte paslı çalışmanın bir yerlerindeki toprakta yeşeren küçük bodur yeşil uçları açık taze filizlere dokunduk. Çalışmasını tüm yara almışları kapsayan bir çatıya dönüştürmeyi başaran sanatçı “ışık sızdıran, yeşeren ve seni yeniden doğuran” diye tanımladığı bir yara murat etmiş. Başörtü yasaklarının bizi taşıması gereken en kıymetli yer, başkasının acısını görmeyi, duymayı, bilmeyi, adaletin oylumlu yollarında şaşmadan ilerlemeyi bahşetmesi olurdu. Aksi halde kendimiz için bile bir hayatiyet çıkmaz yaşadıklarımızdan.
Bünyamin Atan’ın Kara Kutu çalışması bir ikna odası simülasyonu. Muktedir olan megafonla, buyuran sese maruz kalan ise düzensiz dağılmış uçuşan metal kağıtlarla temsil ediliyor. Yerleştirmede psikolojik şiddet kırmızı ışığın büyümesiyle izleyeni içine alıp empatinin yolunu açıyor. Aramızdaki Şey’de ise yönetmen Elif Eda’nın sanal gerçeklik tekniğiyle ürettiği video, uzay boşluğunda nötr sayılabilecek bir eylemin, katılımcının bakışıyla farklı anlamlara bürünmesinin özneyle fiili arasında bir uçurum oluşmasının dışavurumu. Diğerinin bakışıyla üretilen anlamın, eylemin bizzat sahibi olanın hikayesini hiçe saymasını idrak etmek çok önemli. Bir yandan kendinden kaçma ya da açma eyleminin de sonsuzca gerçekleşmeme hali seziliyor ve bunu hiç konuşamıyoruz bile. Bütün yönlerden itham edilirken bir yandan da susturulmanın sözü kesilmiş olmanın izi var. Kişi ile temel tercihleri arasına giren, bireyi ortadan kaldıran, mahkum eden, özne olma hakkını elinden alıp maruz kalan nesnelere dönüştüren süreçleri hatırlattı çalışma.
Aslıhan Ergün ve Fatih Ergün’ün Görünmezlik Kutusu’na giren herkes hatırlar; nasıl görmezden gelindiğini, hiç sayıldığını, üzerinin aşağılayan bir karanlıkla örtüldüğünü, fakat şunu da hatırlar, nasıl yitip gitmek istediğini. Başka ve farklı olanı yutan, eleyen, ortadan kaldıran, kamusal alan denilen o zamanlar içi şiddetle dolu kelimenin dışına atan kutu, aynı zamanda kendini görünmez kılarak saklanmanın, korunmanın bir yoludu. Şu binaya girerken beni görmeseler, derste hocanın dikkatini çekmesem, birileri beni fark etmese, işaretlemese, itham etmese dediğimiz, hacmimizi azalttığımız zamanlar. Piyanist Büşra Kayıkçı’nın Madde 42 adlı minimalist bestesinde ise sayı, anayasadaki “kimse eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” ilkesine yaslanıyor. Piyanoyu çalan parmaklardan biri bu madde üzerinde sabitken, diğer elin parmakları bu hukukun etrafında gezinmekte, çırpınmakt, yer ve yön arama, çaresizlikle umut iç içe geçmekte.
Sergiye adını veren “böyle daha güzelsin” söylemi ise tesellinin içindeki demirden tahakküm. Eserlerin hepsine değinmek mümkün değil, anlam yüklü, özenle düşünülmüş, örülmüş çalışmaları gidip görmek, yaşamak, hatırlamak, yaradan hiç kimseyi dışarıda bırakmayacak bir çatı oluşturmak en iyisi.